16 Ekim 2010 Cumartesi

9 Ekim 2010 Cumartesi

Deutschland Deutschland über alles!!

Genel olarak bloglara baktığımda değinilen konu haklı olarak kadro seçimi. Böyle durumlarda zaten her yerde bulunan şeyleri tekrar etmekten kaçınırım. Sonuçta farklı bir şey yazmayacaksam niye yazayım gibi bir anlayışım da var; ama kadro seçimine gerçekten inanamıyorum.

Şimdi kulüp takımları için ilk 11'leri eleştirirken şöyle bir mantık yürütürüm. "Adam sürekli takımla beraber. Neredeyse her gün beraber idmana çıkıyorlar. Futbolcunun ne yeyip ne içtiğini bile biliyor antrenörler. Ben daha mı iyi bileceğim o adamdan hangi oyuncuyu oynatacağımı?" Yanlış anlaşılmasın kulüp takımlarındaki anrrenörlerin ilk 11 tercihleri eleştirilmemeli tarzında bir şey demiyorum. Tabi ki eleştiriler olur, ama "lan bu adamı da oynatmıyorsan sen de adam değilsin" gibi ağır ithamlardan pek de hazzetmem.

Milli takıma gelecek olursak. Antrenör takım kadrosunu seçmek için ne yapıyor. Lig maçlarını izliyor. Kendi oyun sistemine uygun, formda oyuncuları kadroya çağırıyor. Şimdi benim bir futbol sistemim olmadığı için kendi sistemime göre kadro seçemiyorum ama Hiddink'ten çok lig maçı takip ettiğime eminim. O yüzden milli takım kadrosuna sallama hakkını kendimde layıkıyla görüyorum. ( Diyelim yok öyle bir hakkım, kim karışır lan benim blogum)

Ne diyor milli takımımızın teknik ekibi. " kendi oyun sistemimize uygun oyuncuları çağırıyoruz". Tamam çağırdın. Volkan Şen uymuyor senin oyun anlayışına (ne anlayışmış arkadaş) Mehmet Topal uymuyor (tamam hadi anladık). Ama yani takımın sol kanadına bir bakar mısınız? Arkada Sabri önünde Hamit. Euro 2008'de sağ kanadımızdaki ikili. Kenarda oturan adam İsmail Köybaşı. Takıma çağrılmayan adam, Türkiye'nin en formda sol beki İbrahim Üzülmez. Sabri, Galatasaray gibi herkesin her yerde denendiği bir takımda bile sakatlık dışında sol bek oynamadı yahu. Hamit gelmiş 30'una. Yeniden mi keşfedeceksin Hamit'i sol kanatta oynatarak. Yani yok süper bir sağ kanat oyuncun vardır. Onu oynatmak istersin ama Hamit'ten de vazgeçemezsin onu anlarım; ama Özer gibi kendi takımında sol kanat oynayan (Volkan Şen'den daha çok uyuyormuş Hiddink'in sistemine, hey allahım!) o da arasıra oynadığı zaman sol kanat oynayan bir adamı sağ kanada koymanın mantıklı bir açıklaması var mı merak ediyorum. Düşünüyorum, aklıma bir tek şu geliyor. Lahm çok iyi bindirmeler yapan bir adam, Hamit'in de defansif yönü kuvvetli. Hamit geriye yardıma gelir Lahm'ı tutmak için gibi bir şey tek açıklamam. Özer'i açıklayamıyorum ama kesinlikle.

İlk dakikalarda neyi gördük Milli Takım'ımızda, "önde basmak"tı taktik. Madem önde basacağız Halil'in orada işi ne. Azılı Alman savunmasından hava topu almak mı? Mertesacker'den kafa topu almak için Crouch olman gerekir. Zaten araya paslarla çıkmaya çalışıyoruz. Sercan nerede?

Aurelio sakatlandı. Tuncay'ı alabilirsin oyuna. Ama taktiğini değiştireceksindir o zaman alırsın Aurelio yerine Tuncay'ı. Nuri'yi Aurelio'nun yerine kaydırıp son haftalarda Avrupa'nın en formda adamlarından birini yemezsin defansın önünde.

Severim böyle afaki şeyleri o yüzden kurayım kendi kadromu hemen. İsteyen de kursun kendi kadrosunu yorum kısmında konuşalım dertleşelim.
Volkan-G.Gönül-Servet-Toraman-İ.Üzülmez, M.Topal-Emre-Nuri, Hamit-Volkan Şen-Mevlüt(Sercan)

Neyse bence hezimetten kurtulduk, güzel oldu 3-0. Mesut'u da tebrik etmek lazım taş gibi top oynadı gerçekten, maçın yıldızıydı. Golden sonra sevinmemesi  de o kadar ıslıklanmasına rağmen bence güzeldi. Mesut konusunda da bir şeyler yazasım var, bir ara yazacağım, ona şimdi girmeyeyim yazı Gılgamış destanına dönüşmesin.

"Oğuz Çetin'in takımı bu Hiddink bir el atsın... söylemi dünyanın en saçma söylemi. Adam takımın başına geleli aylar oldu takımı hala Oğuz Çetin seçiyor. Hiddink de kalkan görevi görüyor. Kimse sallayamaz tabi Hiddink'e, gelmiş geçmiş en başarılı milli takım antrenörlerinden biri olduğu için,oh Oğuz'da onun kalkanının altında teknik direktörcülük oynuyor.

Bu arada yenildik diye sallıyorum sanılmasın. "Kazandığımız maçları da nasıl kazandığımız belli zaten" diye bakan bir adamım. Belçika maçının ikinci yarısında da öyle "oh özlediğimiz takım bu" dedirtecek bir futbol oynamadık. Söylemesi ayıp bok gibi oynarken, vasat oynamaya başladık o da yetti işte. Böyle devam ederse sadece idare edebiliriz, dahası olmaz. Hiddink'ten umduğumuz o "sürekli kupalara katılan ve istikrar yakalamış milli takım" hayalimiz de yalan olur. İnşallah zamanla yanılırım.

8 Ekim 2010 Cuma

tövbe estağfurullah-2

internette dolanırken gördüm şimdi kanım dondu. 4 mart 2009'da çıkan radikal haberi.. "ampul tayyip dediler dünyaları karardı" diye. İnanamadım. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&Date=4.3.2009&ArticleID=924486


yani aslında çok da bir şey yazmayacağım. kanım dondu işte. "ülkenin 42% sini hapse mi atacaksınız yane?" gibi bir şeyle olayı basitleştirmeyeceğim kesinlikle ; ama ılımlı akp destekçilerinin bile bazen hafif çapta küfür ettiği bir siyasi kişiliğe benim yaşlarımda (19-20) birkaç üniversite öğrencisi ampül dediği için 11 ay 20 gün hapis cezası alıyorsa, afedersiniz sıçarım böyle sistemin içine. lan beni de almasınlar şimdi içeri.

5 Ekim 2010 Salı

Tövbe Estağfurullah

Martin Taylor, Axel Witsel, Marouane Fellaini, Barış Özbek, Tomas Ujfalusi, Nigel de Jong... Fotoğraflar için şimdiden özür dilerim ama durum gerçekten vahim gibi geliyor bana.

Arsene Wenger, Eduardo'nun bacağı kırıldıktan sonra yaptığı açıklamada, "böyle oyuncular için aslında kötü niyetle yapmamıştı tarzı açıklamalar yapılır. Bir insan eğer adam öldürürse, tek bir adam öldürmüş de olsa büyük bir ceza alır çünü ortada bir ölü vardır. Bu adamın futbol oynamasına izin verilmemeli. Eğer futbol buysa, yasaklayın şu oyunu!" demişti. Eğer yanlış hatırlamıyorsam yine bu tip ciddi sakatlıklar konusunda bir öneri yine Arsene Wenger'den gelmişti. Wenger, sakatlanan kişi sahalardan ne kadar uzak kalıyorsa, sakatlayan oyuncunun da en az o kadar zaman boyunca futbol oynaması yasaklanmalı, diye bir açıklama yapmıştı. 


Futbol oynarken yanlışlıkla arkadaşımıza bile zarar veremez miyiz? Tabiki veririz. Ama çok üzülürüz, "lan ne kayıyorsun geçsin işte" deriz kendi kendimize, pişman oluruz, moralimiz bozulur değil mi? Sırasıyla Taylor da Witsel de Barış da Ujfalusi de kırmızı kart sebebiyle hakeme itiraz etti. De Jong ve Fellaini de itiraz ederdi de hakem anlaşılması güç bir şekilde bu oyuncuları oyundan atmadı. Ama De Jong pişman değilim diyerek nasıl bir adam olduğunu göstermiş oldu. Ben bu katılaşmayı, hatta yabancılaşmayı bir seri katil serinkanlılığına benzetiyorum ve Arsene Wenger'e katılıyorum. Futbolu sert oynamakla, bir oyuncunun futbol hayatını bitirecek şekilde müdaheleler yapmak apayrı şeyler. Bu saydığım futbolcuların kasti şekilde çok sert müdaheleler yaptığı bir sürü başka maç var benim aklımda kalan. Mesela De Jong'un Xabi Alonso'ya Dünya Kupası Finali'nde yaptığı hareketi daha doğrusu uçurduğu tekmeyi hepimiz hatırlarız. Ujfalusi'nin Messi'ye yaptığının aynısını yaptığı başka iki maçtan kareler direkt olarak aklıma geliyor örneğin. Cana gibi Lugano gibi Mascherano gibi oyuncular ise oyunu sert oynayan ve "topa" sert giren adamlar. Ama kim Ujfalus'nin Messi'ye değil de topa vurmak için geldiğini iddia edebilir ki? 

Neyse ki Hollanda Milli Takımı'nın Bert Van Marwijk, De Jong'u bu hareketi sebebiyle kadroya çağırmadı ve en azından bana "oh aslan Marwijk" dedirtti. Bir şekilde cezalandırılması gerekiyor çünkü böyle adamların. Gerçekten futbolu bu adamlar oynayacaksa, durdurun şu oyunu.




3 Ekim 2010 Pazar

İlginç İlginç İşler



Keşke daha insani bir saatte yazsaydım. Böylece yazının yarısında "uykum geldi lan şu cümleyi de bağlayayım da yatayım" deme riskim azalırdı. Bahsetmek istediğim konuya girmeden önce bir not düşmem lazım. Böyle "dıdırıtdıtdıtdıtdıt i lov yu" diye çocuk telefonu müziği olur ya. Galiba bizim yan komşunun çocuğu öyle bir oyuncak telefonu bahçeye atmış. Alet de takılmış. Tam 9 saattir tekrar ediyor. İnanamıyorum pilinin bitmemesine. Bildiğimiz kafayı yiyeceğim. Neyse böyle şeylere kafamı yormayayım.

Şöyle boyumdan büyük bir laf ederek gireyim konuya ki dikkat çeksin. "Hayatımızın akışını alışkanlıklarımız belirliyor. Tabi alışkanlıkların iyisi var kötüsü var. Kitap okuma, alkol, sigara, diş fırçalama... Mesela dişini fırçalamadan yatamama alışkanlığı iyi bir şey, di mi? Değil işte. Arkadaşına gittin, orada kalacaksın. Yanında diş fırçan yok. Olmuş gece 2, eczane falan hak getire. Mecbur yatacaksın. Ama "dişimi fırçalamadan rahat uyuyamıyorum" insanıysan bu alışkanlık sorun teşkil eder. Gelmek istediğim yer, alışkanlıklarımız bizim zayıf noktalarımızdır. Aman diyim. Benim bir aforizmam var ilk ve tek aforizmam hatta ( umarım başkası daha önce söylememiştir ) "Her insan statükocudur." diye. Alışkanlıklarımızın zayıf noktalarımız olması ve onlardan vazgeçmemizin imkansıza yakın oluşu zaten her insanın statükocu olmasının sebebi.

İşin başka bir boyutu, alışkanlıkların bazen yabancılaşmaya bazen basitleşmeye sebep olması. Şöyle örnekleyeyim. İlkokulların tamamında her sabah andımız okunuyor. Tolga söylemişti geçenlerde. "Abi Türk-üm, doğru-y-um, çalışkan-ım, ilk-em, gibi geliyordu bana." demişti. Bana da öyle gelirdi açıkçası. Senede 200 gün okul var desek. Bir öğrenci hayatının %20'sini doldurmadan 1600 kere andımız okumuş oluyor. O 1600'ün de ya birinde ya ikisinde "lan biz her sabah ne okuyoruz böyle dur bir dikkat edeyim, özümseyeyim şu her sabah söylediğim şeyin ne anlama geldiğini" diyordur. Daha fazla da demesin zaten. Manyak olur çünkü. İstiklal Marşı'da aynı şekilde. Milli maçlardan önce güzel, özel günlerde güzel, ama şimdi Galatasaray'la Bucaspor oynamadan önce niye İstiklal Marşı var diye soruyor insan kendine. Ya da üniversiteye kadar her pazartesi-cuma İstiklal Marşı okunuyor? İstiklal Marşı'nı basitleştirmiş oluyoruz bence sadece. Andımız-İstiklal Marşı her sabah kalkınca çişini yapmakla neden aynı kefeye konuyor, anlayabilmiş değilim.

Bir de toplum olarak alışkanlık haline getirmediğimiz şeyler var. İlk aklım gelen ve son zamanlarda bana en çok batan yaya geçitlerinde istisnasız hiçbir arabanın durmaması. Şimdi "ya ben landın'dayken ay pardon londra'ydı di mi türkçe'de ahah, muhabbetine girmek istemiyorum ama, kazara bir londra'ya gittim ablamın yanına. Yaya geçidine yaklaşırken arabalar zıbank diye duruyor. Hatta bir kaç kere "lan dur birden yola fırlayayım yaya geçidinden" tarzı oyunlara giriştim, baya pat diye duruyor adamlar. Biz batının ahlaksızlığını almışız arkadaş (tam olarak "uykum geldi lan dur bağlayayım" burası işte) Yok yani şaka bir tarafa millet olarak değerleri çok basitleştiriyoruz. İstiklal Marşı, andımız'dan falan bahsetmiyorum yanlış anlamayın. Atıyorum sivil toplum kuruluşunda çalışanlar için " eheh idealist gençler " eylem yapanlar için "amaan hergün eylem var zaten yaaa", %58 evet çıkınca "yaa zaten insanlar mal eheh bak Aziz Nesin söylemişti" demekten öteye geçmek lazım. En azından yaya geçidinde durmayan arabayı millet olarak özümseyip alışkanlık haline getirmememiz lazım. Ben bunu bilir bunu söylerim.