24 Haziran 2010 Perşembe

Maç İzlenimleri #33: G.Afrika - Fransa


Maçtan önce, Uruguay'ın Meksika'yı yeneceğini, çünkü grup ikincisinin Arjantin'le oynayacağını, Uruguay'ın ise bunu göze alamayacağını, Fransa'nın da Güney Afrika'yı yenerek ikinci turda Arjantin'in rakibi olacağını söylemiştim. Bunun için en büyük nedenim, Fransa kadrosunda çıkan önce Nicolas Anelka olayı (Domenech'e "siktir git orospu çocuğu" dedi diye kapak oldu l'équipe'e ve sonrasında federasyonun aldığı kararla kamptan kovuldu) daha sonra Evra önderliğinde maçtan önceki gün antrenmanı boykot etme olayıydı. Galatasaray'ın paralar ödenmediğinde, yönetimle ilgili bir sorun olduğunda, teknik direktör ile ilgili bir sorun olduğunda, kısacası herhangi bir sorunda kenetlenerek başarı elde etmesine o kadar alışmışım ki, bu olaylardan sonra Fransız oyuncular kenetlenir ve canlarını dişlerine takarak oynarlar diye düşünmüştüm. Gazla her şeyi yapabilecek Türk milletinin gücünü küçümsemişim. Meğer bu durum bir tek bize mahsusmuş.

Fransa gerçekten çok kötü bir turnuva oynadı. Domenech, Gignac ve Cisse ile başladığı son maçta bile, Gignac'ı sağ kanada hapsederek tek forvet oynayabilmeyi başardı. Tüm maçlarda bence tek forvet oynayamayacak adamlarla tek forvet oynamaya çalışmasının sıkıntısını çeken Fransa, son maçta da aynı sıkıntıyı yaşadı. Fransa'nın bu dünya kupasında 2002'den tek farkı, sıfır çektiği 2002'nin aksine bir gol bulabilmesiydi.

Maça dönecek olursak, Fransa yine kötü başlamadı oyuna; ama dakika 20'de kendisine yakışmayacak bir hatayla golü G.Afrika'ya hediye etti Lloris. Daha sonra 26'da Gourcuff, inanılmaz haksız bir şekilde kırmızı kart görünce zaten morali bitik Fransa hepten çöktü. Mphela 37'de durumu 2-0 yapınca, acaba G.Afrika çıkabilir mi gruptan gibi şeyler dolanmaya başladı kafalarda. Ama inanılması güç bir şekilde kalecisi de dahil tüm G. Afrika dalga geçer gibi vakit geçirmeye çalışıyordu. 2 gol daha bulsalar Uruguay kazandığı için, ikinci olarak gruptan çıkacaklardı ama prestij maçı oynar gibi oynadılar. Beni çıldırttılar. Yok yani kapasitesi o kadar falan gibi bir durum da yok. Kaleci zaman geçiriyordu bildiğimiz. Neyse ikinci yarıda da rölantiye alınmış bir futbol vardı. Malouda Fransa'nın turnuvadaki ilk ve tek golünü atıyorsa da takım umutlanmayı aklından bile geçirmedi ve maç 2-1 Güney Afrika'nın üstünlüğüyle sona erdi.

2006'nın finalisti ilk turda elenirken, Dünya Kupası tarihinde bir ilk yaşanıyordu: Ev sahibi takım 2. tura yükselememişti. Bir diğer konu ise Domenech'in Pareira'nın elini maçtan sonra sıkmayı reddetmesiydi. Zaten dünyanın en antipatik adamı sıralamasında ilk üçe rahat girebilecek bir adamın bir de böyle zavallı bir hareket yapması, Pareira tarafından "zavallı Domenech" açıklamasıyla karşılandı. Fransa bu turnuvadan sonra Laurent Blanc' la yeni bir sayfa açıyor. Blanc çok şanslı çünkü, beyaz sayfa açmasına kimse bir şey diyemeyecek ve baskı görmeksizin takıma kimi isterse onu çağıracak. Domenech'ten daha kötü olamayacağı bilindiği için işi kolay gibi gözüküyor Blanc'ın.

Maçın adamı: "Steven Pienaar" Sonunda Pienaar takımının liderliğini üstlendi; ama biraz geç oldu. Atakları yönlendiren isim olan Pienaar, iyi ara paslar verdi. Gerektiğinde dribblinglerle de Fransa kalesini zorlayan Everton'lı maçın yıldızıydı.

Maçın hayal kırıklığı: "Andre Pierre Gignac" Gerçi adamın suçu değil galiba. Domenech onu sağ kanada yapıştırınca hiç bir etkinlik gösteremedi. Onlarca kez izledim Gignac'ı. Hatta sadece onu izlemek için izlediğim bir sürü Toulouse maçı var. O yüzden Gignac'ı iyi bir teknik direktörün nasıl oynatabildiğini biliyorum. Yine de Gignac, David Villa'nın Honduras maçında sol kanatta yaptığı gibi iyi bir iş çıkarabilirdi ama takımına ayak uydurdu ve sahanın en kötüsü oldu.

Maçın seyir zevki: "3/10" Ben maçı izlerken, G.Afrika zaman geçirmeye çalıştıkça delirdim. O yüzden maç benim için çok sinir bozucu geçti. Maçta üç gol olmasına karşın, oynanan futbol beni kesinlikle tatmin etmedi.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Tarihe tanıklık etmek.. Yok böyle bir şey!



İnanılmaz. Dünya Kupası'ndaki favorimin maçını izlemememe ne sebep olabilirdi diye düşünsem, hiçbir şey aklıma gelmezdi sanırım ama varmış (gerçi sırbistan da yenildi, iyi ki izlememişim). John Isner ile Nicolas Mahut arasında oynanan Wimbledon birinci tur mücadelesi, setlerde durum 2-2 ve final setinde durum 59-59'ken güneşin batması ve yetersiz ışık sebebiyle, bir sonraki güne ertelendi. Salı günü başlayan mücadele 3 saat sürdükten sonra bugüne ertelenmişti. Bugünse final seti 7 saat sürdü ama tamamlanamadı. Fransız tenisçi Mahut, bitik gözüken rakibine nazaran çok daha diri ve enerjik gözükerek şaşkınlıktan tüylerimi diken diken etse de, Isner son sette durum 33-32 iken ve 59-58 iken maç puanı kullanma şansı yakalamıştı. İki tenisçi de kararan havaya rağmen devam etmek istediler; ancak hakem buna izin vermedi.

Daha önceki en uzun maç 6 saat 35 dakika ile 2004 Fransa Açık'da Fabrice Santoro ve Arnaud Clement arasında oynanmıştı. Isner ile Mahut arasında oynanan maçın sadece final seti bile şimdilik 7 saatle en uzun maçtan daha uzun sürdü (sürmeye de devam edecek). Toplamda da 10 saattir oynanan maç için, ben söyleyecek bir şey bulamıyorum gerçekten. Skorbord bile bozuldu maçta. Nasıl bozulmasın ki ama, 59-59 gibi bir sonuç gösterme fonksiyonu neden olsun ki? Basketbol skorbordu olsa anlarım ama değil.

Normalde Grand Slam'ler dışında (Amerika Açık hariç) maçlarda tie-break uygulaması var. Ancak Grand Slam'lerde final setinde tie-break uygulanmıyor. Yani teoride maç sonsuza kadar sürebilir. Pratikte de yaklaştı zaten aslında. Daha iki-üç hafta daha izleyebiliriz Mahut ile Isner'in mücadelesini. Çünkü mücadelede şimdiye kadar sadece birer kez servis kırıldı; o da final setinde değil. Isner'in 98, Mahut'un 95 ace yaparak, bir maçta en çok ace yapan oyuncu rekorunu da kırmaları zaten servis kırmanın ne kadar imkansıza yakın olduğunu gösteriyor (daha önceki rekor 51 ace ile Daniele Bracciali'ye ait). Kısaca son sette servis kıran kazanacak. Benim favorim eğer maç devam edebilseydi Mahut idi ama yarın ne gösterir bilemiyorum.

Maç İzlenimleri #32: İspanya - Honduras

Maç 10-0 bitse kimse " bu ne arkadaş, adamların her geldiği gol oldu" diyemezdi. Çünkü İspanya 15 civarı gol pozisyonuna girdi. Şili maçında da kalelerinde onlarca pozisyon görmesine rağmen sadece 1 gol yiyen Honduras, büyü mü yaptırmış nedir, son maça gelirken normal gözüken -3 averaja sahip.

Maç başlar başlamaz İspanya üstünlüğü ele geçirdi. İlk çeyrekte iki net pozisyona giren ancak bunları gole çeviremeyen İspanya, aradığı golü dakika 17'de David Villa ile buldu. Ömer Üründül'e göre David Villa'nın geriye pas vermeyerek hata yaptığı gol (hey allahım), turnuvanın en güzel gollerinden biriydi. Daha sonra İspanya, özellikle Torres'le birçok gol pozisyonuna girmesine rağmen golü bulamadı ve ilk yarı böyle bitti.

İkinci yarı da aynı ilk yarı gibiydi. Yine maçı tek kale oynayan İspanya ve yine savunma yapmaya çalışan ama bunu bile pek beceremeyen Honduras. Zaten kötü oynayan takımda tek gol umudu David Suazo'da berbat oynayınca, Honduras kaleyi bulan tek şut atamadı. İspanya ise aradığı ikinci golü dakika 51'de yine Villa ile buldu. Daha sonra bir de penaltı kazanan İspanya'da Villa penaltıyı kaçırınca hat-trick yapma fırsatını da kaçırmış oldu. Kalan dakikalarda etkili oyununu sürdürse de İspanya şansızlığını kıramadı ve başka gol bulamadı.

Son maçlara gelirken, İspanya'nın elenme ihtimali var. Ancak Şili'yi yendiği takdirde gruptan çıkacak olan İspanya, muhtemelen İsviçre Honduras'ı yeneceği için, berabere kalırsa turnuvaya veda edecek. İsviçre farklı yenerse ve kendi az farkla yenerse ikinci olacak İspanya ise ikinci turda çok büyük ihtimalle Brezilya ile karşılaşacak ve henüz ikinci turda "erken final" izleyeceğiz.

Maçın adam: "David Villa" Milli takımla çıktığı 60 maçta 41 gol atarak inanılmaz bir istatistiğe sahip olan ve İspanya'nın en golcü oyuncusu olan Villa bu maçta da attığı iki golle yıldızlaştı. Sol kanatta oynamasına rağmen iki gol bulmayı başaran Villa, penaltı kaçırdıktan sonra konsantrasyonunu kaybetse de maçın yıldızıydı.

Maçın hayal kırıklğı: "Fernando Torres" El Nino, sakatlığın etkilerini üzerinden atamamışa benziyor. Girdiği pozisyonlarda topu auta yollayan, atılan pasları ezen Torres'in Nobre'den farkı yoktu. Orta sahadan gelen paslarla beslenmesine rağmen, gol atmayı başaramadı. Benim taa Atletico Madrid'den çocukluğunu bildiğim Torres, İspanya kupayı istiyorsa kendine gelmek zorunda.

Maçın seyir zevki: "8/10" Tipik bir İspanya maçıydı yine. İsviçre maçından tek farkı, karşısında defans yapmasını da kontra atağa çıkmasını da bilmeyen bir takım olmasıydı. Yine bir çok gol pozisyonu vardı, ama sadece iki gol çıktı. Umarım İspanya gruptan çıkmayı başarır, çünkü İsviçre'nin İspanya'nın önünde çıkması "savunma futbolunun" göze hoş gelen "hücum futboluna" galip gelmesi demek olacaktır.

PS: Hakem tarafından görülmese de rakibinin suratına vuran Villa'nın ceza alma ihtimali var. Durumu hakem raporundan sonra belli olacak Villa, eğer ceza alırsa en az 2 maç takımını yalnız bırakacak.

Maç İzlenimleri #31: Şili - İsviçre

Şili bu turnuvada benim favorilerimden biri. Hatta izlediğim tüm takımlar arasında en iyisi. Çok genç bir takım olmalarından mütevellit, tek maçlarda tecrübesizliğin kurbanı olmazlarsa, kupayı kaldırabileceklerini düşünüyorum. Şili'nin turnuvadaki bu performansı herkesin söylediğinin aksine sürpriz değil. Dünya Kupası Güney Amerika elemelerinde 18 maçta 33 puan toplayarak Brezilya'nın sadece bir puan arkasından ikinci olarak Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanmışlardı.

Maça gelecek olursak, sahada yine çok iyi mücadele eden, tempolu, mekanik olmayan ve göze hoş gelen top oynayan bir Şili, karşılarında ise yine oynamaktan çok oynatmamayı düşünen ve kontra ataklarla gol arayan bir İsviçre vardı. Maça Şili iyi başlasa da katı İsviçre savunmasna karşı pozisyona girmeyi başaramıyordu. Sonrasında, İsviçre bence haksız bir şekilde 10 kişi kaldı. Behrami dirsek attığı gerekçesiyle kırmızı kart görünce, Şili daha etkili gelmeye başladı. Yine de uzaktan şutlar dışında gol bulamayan Şili devre arasına beraberlikle girdi.

İkinci yarıda İsviçre "Çanakkale geçilmez" savunmasını yapmayı sürdüyor ve bir puan için mücadele ediyordu. Bu mücadelelerinde haklıydılar çünkü bir puan, son maçta Honduras'ı yendikleri takdirde onları 2. tura çıkaracaktı. Şili kanat organizasyonlarını sıklaştırsa da İsviçre savunmasını bir türlü aşamıyordu. Aradığı golü bitime 15 dakika kala Mark Gonzalez ile bulan Şili öne geçti. Bu dakikadan sonra, işin çok büyük ihtimal averaja kalacağını düşündüğüm grupta, Şili'nin geri çekilmesini anlayamadım. Zaten böyle iyi hücumcu takımların, geri çekildiklerinde yeterince iyi savunma yapamadıkları için gol yedikleri çok sık görülür. O golü az daha yiyorlardı. İsviçre son dakikalarda Eren Derdiyok'la o golü atsa, lider olarak gruptan çıkmayı neredeyse garantileyecekti; ama olmadı, ve maç 1-0 Şili'nin üstünlüğü ile sona erdi. Maçta dikkat çeken başka bir husus, hakem Halil El Hamdi'nin maçta, söylemesi ayıp, ota boka kart çıkarmasıydı. Toplamda dokuz sarı bir de kırmızı kart çıkaran ve oyunun seyir zevkini azaltan hakeme birisinin kart göstermekle maçın kontrolünü sağlayamayacağını söylemesi lazım.

Son maçlara girerken, benim canımı en çok sıkan grup bu. Çünkü ya benim favorilerimden biri Şili ya da oynadığı futbolla ben de dahil herkesin hayranlığını kazanan İspanya çok büyük ihtimalle elenecek. Honduras'ı iki farklı yenerse diğer maçın sonucu ne olursa olsun 2. tura yükselecek İsviçre. Umarım Honduras bir sürpriz yapar da biz de 2. turda hem Şili'yi hem İspanya'yı izlemenin keyfini çıkarırız.

Maçın adamı: "Mauricio Isla" 3-4-3 veya 3-5-2 oynayan takımlarda en önemli elemanlar wing-back'lerdir. Mauricio Isla bir kanat bekin nasıl oyanaması gerektiğini gösteren bir maç oynadı. Gerektiğinde savunmada son adam olarak gördük onu, gerektiğinde çizgiye inip orta açan adam olarak. Sahanın her yerindeydi.

Maçın hayal kırıklığı: "Humberto Suazo" Uzun süreli sakatlıktan yeni çıkmış olan Suazo, benim en beğendiğim forvetler arasında olsa da etkili gözükmedi. Sakatlığın etkilerini üzerinden atamadığı her hareketinden belliydi. Normalde hem adam çalımlayabilen, hem de uzaktan şutlarla etkili olabilen, komple bir forvet olan Suazo, öyle etkisizdi ki Bielsa ona sadece 45 dakika dayanabildi.

Maçın seyir zevki: "5/10" İsviçre'nin çok iyi savunma maçtığı maçta, bol pozisyon izleyemedik. 2006 Dünya Kupası'ndan beri 550 dakikadır gol yemeyen İsviçre, 75. dakikada yediği golle İtalya'nın rekoru olan 551 dakikayı geçemedi ve tarihe geçme fırsatını kaçırdı. 10 kişi kalmasına rağmen oyun felsefesinden hiç vazgeçmeyen İsviçre futbol adına doğruları sahaya yansıtsa da seyir zevkini azalttı. Zaten maç sonu istatistiklere baktığımızda, kaleyi bulan şutu olmaması, İsviçre'nin nasıl bir anlayışla oynadığının göstergesiydi.

22 Haziran 2010 Salı

Dünya Kupası tahminleri


Henüz 31 ve 32. maçlar olan Şili-İsviçre ve İspanya-Honduras maçlarına yazımı yetiştiremedim. Biraz geç oldu ancak son maçlar öncesi (A grubu maçları yarım saat sonra başlayacak) gruptan sırayla kimler çıkar, sonrasında eşleşmelerde kimler kazanır ve sonunda kupaya kim ulaşır, belki belirtmek isterseniz tahmin ligi tarzı bir şey yaparak sizlerin de fikirlerinizi almak istedim.Bugünden (A grubu ve B grubu belli olduktan sonra da olabilir önemli değil) tahminlerinin tamamı doğru olan kişiye bir Beatles albümü hediye edeceğim.

A grubu: Uruguay-Fransa
B grubu: Arjantin-G.Kore
C grubu: İngiltere-ABD
D grubu: Almanya-Sırbistan
E grubu: Hollanda-Japonya
F grubu: Paraguay-İtalya
G grubu: Brezilya-Portekiz
H grubu: Şili-İsviçre

Uruguay-G.Kore
Arjantin-Fransa
İngiltere-Sırbistan
Almanya-ABD
Hollanda-İtalya
Paraguay-Japonya
Brezilya-İsviçre
Şili-Portekiz

Hollanda-Brezilya
Uruguay-Sırbistan
Arjantin-Almanya
Paraguay-Şili

Hollanda-Sırbistan
Almanya-Şili

Sırbistan-Şili

Şili



Bu benim tahminim. Tahminlerimden veya http://www.marca.com/deporte/futbol/mundial/sudafrica-2010/calendario-english.html bu linkten eşleşmeleri takip edebilirsiniz. Eğer 3. maçlardan sonra gruptan çıkan takımlar olursa tekrardan ikinci tur- çeyrek final-yarı final- final tahmin ligi yaparız. Nasıl olsa çok eğlenceli.

Maç İzlenimleri #30: Portekiz - Kuzey Kore

Ömer Üründül'ün İspanya maçında daha güzel kelimelerle ifade ettiği şeyi söyleyerek başlayayım yazıya: "Kuzey Kore kendini bir bok zannedip anti-futbol yerine pozitif futbolu tercih edince Portekiz onların ağzını kırdı." "Adam haklı beyler" demek isterdim, ama yine değil yine değil. Kuzey Kore maça Brezilya'ya karşı oynadığından çok daha agresif çıktı. Brezilya'ya attıkları golden sonra özgüvenleri yerine gelmişti ve bu özgüvenle oynadıkları için çok daha etkili oynadılar ilk yarıda. 26. dakikada Meireles'in attığı golden sonra bile maç dengedeydi. Kore, en az Portekiz kadar pozisyon buldu. Golden sonra performanslarında biraz düşüş olsa da, metanetli davranmayı başardılar ve devreyi iyi oynayarak ve Portekiz'e kafa tutarak tamamladılar.

İkinci yarıya Portekiz daha iyi başladı. Maçın kırılma dakikası 53'tü. Simao golü bulunca, o demin bahsettiğim özgüvenle oynayan Koreliler bunu kaybetti ve dağıldılar. Yoksa 2-0'dan sonra "Brezilya'ya attık, Portekiz'e de atarız, belki çeviririz maçı" diye savunma güvenliğini elden bırakıp gol atmak için saldırma gibi bir durum olmadı Kuzey Kore'de. Aksine bu sefer beklentileri yüksek olan maçta iki farklı geriye düşünce hayal kırıklığına uğrayarak maçı bıraktılar. Portekiz ise hazır bulmuşken atabileyim atabildiğim kadar diyerek, ikincinin çok büyük ihtimal averajla belirleneceği grupta, üstünlüğü ele geçirdi. Portekiz adına, diğer maça oranla göze en çok çarpan şey, Hugo Almeida'nın varlığı oldu. Arkadan destek verecek Ronaldo ve Simao gibi adamların varsa eğer Hugo Almeida gibi ayakları üzerinde daha sağlam duran, Liedson'a nazaran daha Striker bir adamla oynamak çok daha mantıklıydı. Brezilya maçında da Liedson yerine Almeida'yı tercih etmesi daha muhtemel Queiroz'un.

Grupta son maçlardan önce Fildişi ile Portekiz arasındaki averaj farkı 9. Yani Fildişi ya Brezilya'nın Portekiz'i farklı yeneceğine güvenecek, ki Brezilya'ya grup liderliği için beraberlik yetiyor, ya da Kore'yi Portekiz'in yendiğinden daha farklı yenecek, ki bu da kolay gözükmüyor. Bu yüzden bence turnuvada Afrika adına iş yapabilecek tek takım, yüksek ihtimalle elenecek.

Maçın adamı: " Raul Meireles" Benim en beğendiğim futbolculardan biri olan Meireles, futbolu iki yönlü oynayabilmesi ve önündeki yıldızları çok iyi besleyebilmesi ile yine ön plana çıktı. Takımının ilk golünü atan, ikinci golün de asistini yapan ve bir bakıma maçı koparan isim olan Meireles, yıllardır"bu adamı Porto'ya yar etmezler, Arsenal alsın Arsenal" dediğim ama Porto'nun kesinlikle bırakmadığı bir oyuncu.

Maçın hayal kırıklığı: "Kuzey Kore" Onlarda genel olarak "ben değil biz" anlayışı hüküm sürdüğü için, tek bir koreliyi seçmek istemedim. Programı dünyanın her yerinde izleniyor zanneden sunucu ayağına yatayım, "mazallah Kim Jong Il blogumuzu okuyorsa, çocuğu asar"(galiba internete ulaşım yok Kore'de ama olsun, diktatör de ulaşıyordur heralde) diyerek maçın hayal kırıklığını tüm takıma paylaştırmış olayım.

Maçın seyir zevki: "8/10" Daha önceden de blogda bahsettiğim gibi 7-0'dansa 4-3'ü tercih ederim ama sonuçta gollü bir maç olması bile gol sıkıntısı yaşayan Dünya Kupası'na ilaç gibi geldi. Ronaldo'nun da milli takımda gol orucuna son vermesi, anti-ronaldocuları üzse de bence hak ettiği golü atmış oldu ve beni sevindirdi.

Maç İzlenimleri #29: Brezilya - Fildişi Sahili

"Efes One Love Festival"da olduğum için maçın bir kısmını kaçırdım ; ama orada da maçın bir bölümünü takip edebildim. Dünya kupası, güzel maç; insan birkaç yere ekran koyar değil mi ama, insanlar bir yandan müzik dinlerken, bir yandan da maçı takip edebilsin diye. Zaten fiyat performans oranının düşük olduğunu düşünüyordum One Love'ın, Dünya Kupası ilgisizliğiyle daha da soğudum. Neyse ama the ting tings güzeldi.

Festivali bir kenara bırakıp maça dönecek olursak, ilk 25 dakikada futbol kalitesine dair hiçbir şey yoktu sahada. İki takım da, kendilerinden beklenmeyen şekilde, çok pas hatası yapıyor ve pozisyona giremiyordu. Girdiği ilk pozisyonda Luis Fabiano klasını konuşturdu ve çok güzel bir golle takımını öne geçirdi. Golden sonra oyun biraz hareketlense de, ilk yarıda başka gol olmadı.

İkinci yarıya Brezilya iyi başladı. Dakika 51'de Luis Fabiano'nun müthiş hareketlerle üç kişiyi çalımlayıp attığı gol ilk görüşte aşık olunası gözükse de, golün tekrarını izlediğimizde Fabiano'nun topu önce eliyle sonra koluyla kontrol ettiğini rahatça gördük. Yine de çok estetik bir gol olduğunu kabul etmek lazım. Brezilya artık rahatlamıştı. Bu rahatlıkla çok rahat top çeviriyorlar ve oyundaki üstünlüklerini sürdürüyorlardı. Zaten dakika 62'de Elano takımının üçüncü, kendisinin turnuvadaki ikinci golünü kaydedip, Sambacıları tamamen rahatlatıyordu. Drogba attığı golle farkı ikiye indirip takımını ümitlendirse de kalan dakikalarda başka gol olmadı ve Brezilya gruptan çıkmayı garantiledi. Fildişi'nin gruptan çıkması ise mucizelere kaldı.

Maçın Adamı: "Kaka" Brezilya-Kore maçının hayal kırıklığı, bu maçta toparlanmışa benziyordu. İlk ve son golün asistini yapan Kaka, iyi oynadığında bir takımı tek başına taşıyabilecek kapasitede bir futbolcu olduğunu bir kez daha kanıtladı. Son dakikalarda Keita yüzünden haksızca atıldı, ama takım 2.tura çıkmayı garantilediği için Kaka'nın yokluğu Brezilya adına sorun yaratmayacaktır.

Maçın hayal kırıklığı: "Kader Keita" Genelde sadece performans üzerinden değerlendiririm maçın hayal kırıklığını ama, Keita'nın Kaka'yı oyundan attırmak için yaptığı şey bence ahlaksızlıktı. Galatasaray'da da böyle şeyler yaptığında çok kızdığım bir futbolcu olan ve bence zaten bu konularda sabıkalı olan Keita, güzel oyuna leke sürdü ve hayal kırıklığı yarattı.

Maçın seyir zevki: "7/10" Turnuvanın en zevkli maçı olmaya aday maçlar sıralamasında en üstlerde olan maç, beklentileri tam olarak karşılayamasa da gayet keyifliydi. Her iki tarafın da çok iyi oynayacağı tahmin edilen maçta, Brezilya futbol adına üzerine düşen görevi yaptı, ama Fildişi için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Maçın gollü geçmesi de seyir zevkini arttıran faktörlerin başındaydı.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Maç İzlenimleri #28: İtalya - Yeni Zelanda


Son şampiyon turnuvaya gelirken, tıpkı Fransa gibi favori gösterilmiyordu ve aynı Fransa gibi herkesi haklı çıkaran bir oyun sergilemeye devam ediyor. Günümüzde Stoke City'nin ve İngiltere Championship'teki takımların oynadığı gibi uzun toplarla çıkan, fizik gücüne dayalı bir oyun felsefesiyle mücadele eden Yeni Zelanda bu anlayışıyla İtalya'dan bir puan koparmasını bildi.

Motor daha yeni yeni ısınıyorken, savunmanın bir anlık hatasında golü kalesinde gördü Marchetti. Bu erken gol İtalyanları kendilerine getirdi; ama Yeni Zelanda gibi turnuvanın en zayıf takımlarından birine karşı bile oyunu domine edemediler. Üstün olan taraf İtalya'ydı evet ama iki orta sıra takımından gününde olanı gibi üstündü İtalya. Neyse ki hakem İtalya'nın yardımına koştu ve bence penaltı olmayan pozisyonda İtalya lehine penaltı kararı verdi. Penaltıyı gole çeviren Iaquinta takımına beraberliği getirdi. Top daha çok İtalyanların ayağındaysa da öyle ahım şahım bir üstünlüğü yoktu İtalya'nın. Zaten Lippi'de böyle düşünmüş olacak ki bir şeyleri değiştirme gereği duydu takımda ve devrede iki değişikliğe gitti. Bu değişiklikler takımın performansına olumlu yansıdı, ama baskısını arttırsa da İtalya aradığı golü bir türlü bulamadı ve turnuvanın rengi Yeni Zelanda ile berabere kaldı.

İtalya muhtemelen gruptan çıkacaktır. Ama birinci olarak 2. tura yükselmesi çok zor. Eğer grubunu ikinci olarak tamamlarsa, 2. turda İtalya'nın karşısına çıkacak takım Hollanda. İtalya, bu futbolla gruptan çıksa bile, Hollanda karşısında tutunamaz ve şampiyonaya veda eder gibi geliyor. O yüzden Lippi'nin, kadroda radikal değişikliğe gitmesi gerektiğini düşünüyorum.

Maçın adamı: "Mark Paston" Kariyerini ülkesinde Wellington Phoenix'de devam ettiren 34 yaşındaki kaleci, belki de kariyerinin en unutulmaz gününü yaşadı. Son şampiyon İtalya karşısında çok iyi oynayan ve birbirinden zorlu kurtarışlar yapan Paston, ilerde torunlarına anlatacağı bir performans sergiledi.

Maçın hayal kırıklığı: "Alberto Gilardino" Gerçi benim için hayal kırıklığı değil Gilardino'nun kötü performansı. Ben Gilardino'yu oldum olası sevmeyenlerdenim. Gol kralı olduğu dönemde bile çok matah bir tarafının olmadığını düşünürdüm, hala aynı fikirdeyim. Yeni Zelanda'ya karşı da hiç bir etkinlik gösteremedi. Zaten Lippi de ona sadece 45 dakika dayanabildi.

Maçın seyir zevki: "5/10" İtalya'nın geriye düştüğü ve eşitliği sağlamak için debelendiği dakikalar benim için çok keyifliydi. Golü bulduktan sonra Yeni Zelanda'nın direnişi de izlemeye değerdi. Futbol kalitesi açısından çok tatmin edici olmasa da heyecanlı bir maçtı.

Maç İzlenimleri #27: Paraguay - Slovakya

Bir Paraguay maçı gelse de şu fotoğrafı bloga koysam diyordum ne zamandır. Hakkında da konuşmaya gerek yok zaten fotoğrafın, her şey ortada. O yüzden ben futbola geçeyim. Paraguay, İtalya'nın favori gibi oynamadığı bir grupta, belki de beklediğinden de rahat ikinci tura yükselecek. Çünkü İtalya (büyük ihtimal ikinci olarak gruptan çıkacak ama) gol bulmakta çok zorlanıyor ve favori gibi oynamıyor. Slovakya, beklediğimden daha kötü bir Dünya Kupası geçiriyor. Yeni Zelanda desen, o da İtalya ile aynı puanda şuan ama Dünya Kupası'nda bir renk olmaktan öteye geçeceklerini sanmıyorum.

Maça dönecek olursak, Paraguay maçın tamamında Slovakya'dan üstün oynadı. Daha ilk dakikalardan baskı kurmayı başaran Paraguay, maç boyunca topun da sahibiydi. Bu vesileyle Slovakya'ya nefes aldırmadılar ve dakika 27'de Vera'nın mükemmel vuruşuyla öne geçtiler. Golü bulduktan sonra, topu ayağında tutarak rakibin atak yapmasına izin vermeyen Paraguay, ikinci yarıda da üstün oyununa devam etti. Tek farka rağmen, eminim Paraguaylılar maçı gayet rahat seyretmişlerdir, çünkü Slovakya kaleye bile yaklaşamıyordu. Maç herhalde böyle biter derken, Riveros 25 metreden çok güzel vurdu ve maçın skorunu belirledi. İki farklı kazanarak averaj hesaplarında da öne geçen Paraguay, matematiksel olarak garantileyemese de Yeni Zelanda ile berabere kaldığı takdirde, gruptan çıkacak. (büyük ihtimal de birinci olarak)

Puan durumuna baktığımda şöyle ilginç bir senaryo da gerçekleşebilir: Paraguay - Yeni Zelanda maçı gollü berabere biter, İtalya-Slovakya maçı da golsüz berabere biterse averajları ve puanları aynı olmasına rağmen, daha çok gol attığı için Yeni Zelanda 2. tura çıkan takım olur.(zor ama neden olmasın?)

Maçın adamı: "Enrique Vera" Orta sahanın dinamosu lafını hak eden adamlardan biri Vera. 31 yaşında olmasına rağmen çok etkiliydi. Gol vuruşu inanılmazdı. Hem hücumda hem defansta çok etkiliydi.

Maçın hayal kırıklığı: "Marek Hamsik" Dünya kupasından önce turnuvada patlama yapacak yıldızlar hakikaten tek tek patladı. Hamsik de bunlardan biri. Paraguay karşısında da maçı göz ucuyla takip etmiş olsam "Hamsik'i niye oynatmamış bu adam" diye sorardım herhalde kendime, çünkü sahada yokmuş gibiydi.

Maçın seyir zevki: "5.5/10" Gollerin ikisi de çok güzeldi. Özellikle Vera'nın son vuruşu, dünyada sayılı futbolcunun yapabileceği cinstendi. Sırf golleri görmek için bile izlenebilecek bir maçtı. Paraguay maçı domine etti. Bir ara topla oynama yüzdeleri 70'e 30'du. Oynayan bir Paraguay ve çaresiz kalan bir Slovakya vardı sahada.

Maç İzlenimleri #26: Kamerun - Danimarka

Maça hızlı başlayan taraf Kamerun'du. Danimarka, Hollanda karşısındaki sönük ve sinik futbolunu sürderecekmiş izlenimi bıraktı ilk çeyrekte. Eto'o, 11. dk'da takımını öne geçiren golü attı. Golü yiyen Danimarka ise kendine geldi ve rakip kalede tehlikeler yaratmaya başladı. Dakika 33'te Rommedahl'ın al da at dercesine verdiği pası gole çeviren Bendtner takımına beraberliği getirdi. Her iki takım da birçok pozisyona girse de ilk devre de başka gol olmadı ve takımlar soyunma odalarına 1-1 lik eşitlikle döndüler.

İkinci yarıya hızlı başlayan taraf Danimarka oldu. Tomasson'un yardımcı forvet olarak oynadığı çift forvetli sistemle daha iyi görünüyordu Vikingler. Onları kanattan besleyen Rommedahl, Gronkjaer gibi belki yaşları ilerlemiş ama yetenekli ve tecrübeli oyuncular olunca, çok daha üretken bir oyun sergilediler. Kamerun ise bir parlayıp bir sönüyordu. Orta sahadaki organizasyon eksikliği, Kamerun ataklarının bireysel yeteneklere bel bağlamasına sebep oluyordu. Zaten daha derli toplu bir görüntü çizen Danimarka, golü Rommedahl ile buldu. Golden sonra da üstünlüğü elden bırakmayan ve kalesinde önemli bir pozisyon vermeyen Danimarka gruptan çıkma yolunda umudunu sürdürürken, Kamerun matematiksel olarak turnuvaya veda eden ilk takım oldu.

Grupta, Hollanda ile birlikte 2. tura yükselecek diğer takım sadece Japonya-Danimarka maçına bağlı. Geleceği en basit gruplardan biri E grubu. Hollanda zaten birinci çıkıyor. Danimarka yenerse Danimarka, berabere biter veya Japonya kazanırsa Japonya yükseliyor 2. tura. Bana sorarsanız beraberlik ihtimalini yüksek gördüğüm için Japonya daha şanslı.

Maçın adamı: "Dennis Rommedahl" Ben daha çocukken, "Avrupa'nın en hızlı oyuncusu 100 m'yi 10 saniyenin altında koşabilen bir futbolcu, inanılmaz!" yorumları yapılan Rommedahl, beklenen patlamayı bir türlü yapamasa da 32 yaşında bir futbolcu için hala çok hızlı ve çok diri. İlk golü Bendtner'e attıran, ikincisini de kendi atan Dennis, maçın en etkili ismiydi.

Maçın hayal kırıklığı: " Bennoit Assou Ekotto" Aslında öyle çok da kötü bir futbol oynamadı. Sahanın en kötüsü de diyemeyiz belki ama, premier league'de öne çıkan bir sol beke göre kötü oynadı. Kendisinden beklenen tabiri caizse rakibin sağ kanadını otobana çevirmesi iken, o sıradan bir sol bek gibi oynadı ve sönük kaldı.

Maçın seyir zevki: "6.5/10" Danimarka maçı olduğu için, kötü bir maç izleyeceğim ön yargısıyla oturmuştum. Ama bol pozisyonlu, güzel ve tempolu bir maç oldu.

Maç İzlenimleri #25: Gana - Avustralya


Bu Jabulani'de galiba bir gariplik var hakikaten. Turnuvada kaçıncı kaleci hatası golü, ben sayamadım. Maç dengede giderken, Kingson'ın sektirdiği topu iyi takip eden Brett Holman Avustralya'yı öne geçiren golü kaydetti. Gana baskısını arttırmaya başlamıştı ve dakika 24'te tam "Oh Kewell oynuyor, belki kendini gösterir de kalır bizde, stay with us Kewell" modunda maçı izliyorken, Kewell'ın gördüğü kırmızı kart hayallerimi yıktı". Maçtan aldığım keyif bir anda yarı yarıya azaldı. Topu çizgiden elle çıkaran Kewell, hem penaltıya sebebiyet vermiş hem de oyundan atılmış oldu. Gana'nın turnuvadaki ikinci golünü yine penaltıdan ve yine Asamoah Gyan kaydetti ve takımına beraberliği getirdi. Golden sonra Avustralya savunmaya çekildi, Gana ise bu kilidi açamadı ve ilk devre 1-1'lik eşitlikle geçildi.

İkinci yarıda her iki takım da birkaç pozisyona girse de bu pozisyonlardan yararlanamadılar ve maç beraberlikle sonuçlandı. Gana; Almanya ve Sırbistan'ın olduğu grupta birinciliğe yükselse de, Sırbistan'ın Almanya karşısında aldığı galibiyet onların da planlarını berbat etti. Sırbistan Avustralya'yı yendiği takdirde, Gana'ya Almanya karşısında beraberlik bile yetmiyor ki bu da işlerinin çok zor olduğunun kanıtı.

Maçın adamı: "Mark Schwarzer" İlk maçın hayal kırıklığı Schwarzer, bu maçta kendini buldu. Takımının 10 kişi kaldığı maçta, önemli kurtarışlar yaparak, takımına güven verdi ve ümitlerin sürmesini sağlayan 1 puanın mimarı oldu.

Maçın hayal kırıklığı: "Harry Kewell" Her ne kadar maç sonrası açıklamalarda, topa kolunu bilerek uzatmadığını söylese de bence Rosetti tarafından haklı bir kırmızı kartla oyundan atılan Kewell, hem takımının hem de benim hayallerimi yıktı. "Ne yaptın Kewell!"

Maçın seyir zevki: "3.5/10" İlk yarıda her iki kalede gol pozisyonları olsa da, ikinci yarıda kayda değer gol pozisyonları yoktu. Maç genelde orta saha mücadelesi şeklinde, yani sıkıcı geçti. Kewell'ın oyundan atılışı da bu kötü futbolun tuzu biberi oldu.

20 Haziran 2010 Pazar

Maç İzlenimleri #24: Hollanda - Japonya

Aynı kadroyla maça başladı Bert Van Marwijk. Elia oynar mı, Robben geri dönecek mi derken, Danimarka maçının aynısını oynadı Hollanda. Oyuncu değişiklikleri de Huntelaar-Van Persie hariç(de zeeuw-van persie'ydi geçen maç son oyuncu değişikliği) neredeyse aynı dakikalarda ve aynı oyuncular arasında yapılmıştı.

Maçın ilk yarısı temposuz, Hollanda'nın topu ayağında tuttuğu ama rakip kaleye yüklenemediği, zaten yüklenmeye de pek niyetli olmadığı bir devreydi. Maçı rölantiye almış gidiyordu. Japonya da Danimarka gibi, açık vermemeye çalışarak, "belki kontra atakla bir tane sıkıştırırsam ne mutlu bana" anlayışıyla oynuyordu. İlk devre golsüz eşitlikle geçildi. Yine geçen maça benzer bir şekilde Hollanda sadece bir vites yükseltince, Japonya kalesindeki ataklar arttı, ve yine Danimarka maçındaki gibi rakipten bir hata geldi. Kaleci Kawashima, Sneijder'in şutunu çok rahat çelebilecekken, topu içeri aldı ve Hollanda 1-0 öne geçti. Hollanda yine geçen maçtaki gibi, golü bulduktan sonra tempoyu düşürdü, orta sahada paslaşmaya başladılar. Japonya, Danimarka'dan daha azimli gözüküyordu. Ceza sahası dışından şutlarla gol aramaya çalıştı Japonya, çünkü ceza sahasına giremiyorlardı. Affelay'ın girdiği birkaç pozisyon dışında adam gibi gol pozisyonu da olmadı maçın kalanında ve Hollanda belki de yorulmadan kazandı maçı ve ismini 2. tura yazdırdı.

Gönüllerimizin şampiyonu, bu ünvandan sıkılmış olacak, maçı kazanıp gerisine pek takılmıyor; ama kontra atağa etkili çıkan bir takımla henüz karşılaşmadılar. Öyle bir takıma karşı çok zorlanabilirler. Japonya ise tam olarak vasat. Danimarka ile berabere kaldıkları takdirde gruptan çıkacak olan Japonya, Danimarka'dan bu beraberliği koparabilecek güçte.

Maçın adamı: "Yoshito Okubo" Vissel Kobe'li forvet oyuncusu, ceza sahasına giremeyen takımına uzaktan şutlarıyla yardımcı olmaya çalıştı. Hollanda defansına da sürekli pres yapmaya çalışan oyuncu, azimli bir görüntü çizse de maçı çevirmeyi başaramadı. Ceza sahası şutları da tribüne giden Sabri şutu kıvamında değil, daha eli yüzü düzgün şutlardı. Bu azmiyle maçın adamı oldu.

Maçın hayal kırıklığı: "Robin van Persie" Çok uzun bir sakatlık döneminden sonra Arsenal'la sadece birkaç maça çıktıktan sonra milli takıma katılan Persie'nin eski formuna dönmesinin zaman alacağı aşikar. Van Persie, sahada ölü gibi dolaşıyor ve takımı adına olumlu işler yapmıyor. Teknik direktör yerinde olsam ya Huntelaar'ı oynatır bir de öyle şansımı denerdim ya da Kuyt'ı ileri uca çekip sağlamsa Robben'i değilse Elia'yı Kuyt yerine kanada koyardım, gibi geliyor.

Maçın seyir zevki: "3/10" Hollanda-Danimarka maçı yazımda da söylediğim gibi, Hollanda iyi futbol oynayıp elenmekten sıkılmış olacak ki, temposuz ve keyifsiz bir oyun felsefesiyle oynuyor. Japonya da bu tempoyu artıracak kalitede olmadığından temposuz ve keyifsiz bir maç seyrettik. Şöyle anlatayım maç boyunca yatay pozisyondan dikey pozisyona geçmemi sağlayan tek şey spikerin hakemin aut işaretini penaltı sanmasıydı.

Maç İzlenimleri #23: İngiltere - Cezayir


Tamam formda değilsindir anlarım da, Cezayir'e karşı da bu kadar sefil oynamazsın be arkadaş. Rooney-Gerrard-Barry-Lampard, bir şekilde atak yapabilmeliydi İngiltere ama olmadı işte. Cezayir karşısında İngiltere'nin şöyle adam gibi "ah be" diyebileceğimiz bir atağı yoktu. Zaten Capello'da demiş, son maçta değişikliğe gideceğim kadroda diye. Gitmesi de lazım galiba. İki maçta da çok kötüydü İngiltere. Halbuki hazırlık maçlarında çok hazır bir İngiltere vardı, hatta turnuvada favori gösterilmesinin en büyük sebebi, hazırlık maçlarındaki o hazır görüntüsüydü.

Maça dönecek olursak, ki çok da gerek yok galiba düşündüm de, bizim ligdeki orta sıra mücadelesi yapan iki takımın mücadelesi gibiydi. Her iki takımın da bir kaç semi-pozisyonu vardı. Hani Cezayir anti futbol oynar, İngiltere'yi oynatmamak üzerine kurmuştur oyun düzenini, hücumu hiç düşünmez... öyle olsa (yine de tam anlamam da) en azından anlamaya çalışırım İngiltere'nin pozisyona girememesini. Ama öyle bir durum yoktu sahada. Cezayir hücuma çıkıyor, pozisyonlar bulmak için İngiltere'nin üzerine gidiyordu.

İngiltere adına benim çözüm önerim forvet i Rooney'e bırakıp orta sahayı 5'lemek. Hatta ben böyle 11 kurmasını falan severim kurayım hemen size 11'imi(gerçi ben Ashley Young'ı kadroya alır ilk 11'e de koyardım ama neyse): joe harte- glen johnson- terry-carragher-a.cole-carrick-barry-lampard-gerrard-joe cole-rooney. Benim 11'im böyle. Gerrard-Joe Cole biraz daha sağ iç sol iç gibi oynayıp kanatlardan da bindirecek özellikle adamlar olduğundan Lennon-Milner veya Heskey'de ısrar etmezdim Capello yerinde olsam. Ama Capello sonuçta bir bildiği vardır heralde deyip, yazıyı sonlandırayım.

Maçın adamı: "Karim Ziani" Wolfsburglu oyuncu çalımlarıyla, klas hareketleriyle dikkat çekerken, takımını ileri taşıyan adamdı. Hücumdaki çeşitliliği fazla olmayan takımında bir şeyler yapmaya çabaladı ve biraz şansı yaver gitse takımının maçı kazanmasını bile sağlayabilirdi.

Maçın hayal kırıklığı: "Frank Lampard" Bu çocuğa ne oldu yahu demekten kendimi alamıyorum maçları seyrederken. Chelsea'nin premier league'i kazanmasında en büyük pay sahiplerinden biri olan Lampard adeta dökülüyor. Çok ağır bir sezonun ardından fiziksel bir düşüş de olabilir Lampard'da ama sahada ölü gibi dolaşması ondan beklediğimiz şey değil.

Maçın seyir zevki: "4/10" Daha düşük olmamasının sebebi, Cezayir gibi kısıtlı yetenekleri olan bir takımın bir dünya devine kafa tutabilmesi. Maçta pozisyon olmasa da Cezayir'in İngiltere'yi çaresiz durumda bırakması takdire şayandı.

PS: Siz de yorum kısmına Capello yerinde olsanız çıkaracağınız ilk 11'i yorum kısmına yazarsanız, keyifli olabilir gibi geldi şimdi.

Maç İzlenimleri #22: Slovenya - ABD


Maçtan önce sorsalar, "amaan dandik maç olur ama dünya kupası maçı sonuçta oturayım izleyeyim" derdim ama çok güzel maç oldu. Slovenya, üstün başladığı maçı güzel gollerle 2-0'a taşımayı başarsa da ABD'nin "super comeback" ine engel olamadı ve öne geçtiği maçta 1 puanla yetindi. Gerçi ABD'nin ne idüğü belirsiz bir sebepten verilmeyen golünü hakem verse maçı 3-2 ABD alacaktı ama olmadı.(ABD'yi de "yazık lan adamlara" diye çok sevmemiz ne ilginç!)

Aslında maçın ilk yarısının skoru maçı izlemeyen biri için aldatıcı olabilir. ABD de en az Slovenya kadar iyi oynadı, ama "avrupalı acımıyor işte arkadaş, iki kere geliyor ikisini de atıyor" durumu oldu biraz. Özellikle Birsa'nın attığı gol çok güzeldi. ABD devrenin sonlarında çok önemli pozisyonlar yakalasa da, başka gol olmadı ve Slovenya devre arasına iki farkla önde girdi.

İkinci yarıya hızlı başlayan taraf ABD'ydi. Dakikalar 49'u gösterdiğinde bir Fifa10 golü attı Donovan. Handanovic üzerine gelen toptan kaçmak zorunda kaldı. Çünkü Donovan öyle vurdu ki mazallah çocukcağızın suratı dağılırdı top o hızla gelse. Amerika üstün oynamaya devam ediyordu, ama beklenen gol dakika 82'ye kadar gelmedi. ABD'nin teknik direktörü Bob Bradley'nin oğlu Michael Bradley beraberliği getiren golü attı. Dakika 86'da ise yazının başında da bahsettiğim gibi ABD'nin attığı gol, galiba ofsayt gerekçesiyle sayılmadı ve maç berabere sonuçlandı.

Maçın adamı: "Landon Donovan" Takımın yıldızı, bu maçta kendini gösterdi. Attığı muhteşem golle takımını umutlandıran ve sonrasındaki güzel oyunuyla da maçı dönmesine büyük katkı sağlayan Donovan sahanın en iyisiydi.

Maçın hayal kırıklığı: "Oguchi Onyewu" Önceki maçın yıldızı, bu maç kendine yakışmayacak hatalar yaptı. İlk golde Birsa'nın önünden çekilen, ikinci golde de defansın arkasına adamını kaçıran Onyewu birkaç pozisyonda daha, genelde ağır kaldığından, hata yaptı ve sahanın en kötüsü oldu.

Maçın seyir zevki: "8/10" Bir Slovenya maçından beklenmeyecek derecede iyi bir maçtı. ABD'nin atletik ve hızlı futbolunu izlemesi de ayrıca keyifliydi. İki takım da pek çok pozisyona girdi. Top bir o kalede bir bu kaledeydi. Hangi takım 2. tura çıkamazsa haksızlık olur gibi geliyor bana. Galiba, benim sevdiğim takımlardan olan İngiltere'den daha çok hak ediyorlar 2. turu.

Maç İzlenimleri #21: Almanya - Sırbistan


"Yenildi diye döneklik etmeden söylüyorum, eğer bir takım sürpriz yapıp yarı finale çıkarsa bu takım Sırbistan olur diyordum. Fikrimin arkasındayım hala, ama zor görünüyor gerçekten" demiştim Sırbistan Gana'ya yenildiğinde o maçla ilgili yazımın başında. Ben demiştim demeyi sevmeyenlerden değilim, baya severim. Şaka bir yana Sırbistan benim beklemediğim bir galibiyet aldı. Gerçi kırmızı kart, direkten dönen top, kaçan penaltı gibi extraordinaire işler oldu ve Almanya çok daha iyi oynadı; hatta Almanya kazanmayı hak eden taraftı. Yani çok da haklı çıkmış sayılmam aslında. Sırbistan elemelerdeki performansının yarısını sergileyemedi Dünya Kupası'nda.

Klose atılana kadar maç dengede gidiyordu; ama Klose atıldıktan sonra "herkes 2 kişilik oynamalı" deyip bir Super Power devreye sokmuş gibi çok daha iyi oynamaya başladı Almanya. "Deutschland, Deutschland über alles" felsefiyle oynuyorlardı. İlk maçtaki futbollarının, Avustralya'nın kötülüğünden veya maç ayaklarına oturdu gibi bir sebepten olmadığını kanıtladılar. Klose atıldıktan 2 dk sonra müstakbel Liverpoollu, benim de çok beğendiğim oyunculardan olan ancak Arshavin gibi geç yaşta parlayan Jovanovic golü buldu. Almanya bu golden sonra 10 kişi olmasına rağmen etkinliğini arttırdı. Khedira'yle bir şutu da direkten dönen Panzerler, Podolski ile bir çok pozisyondan yararlanamadı. Daha sonra Podolski'nin ayağından bir de penaltı kaçıran Almanya, penaltı da kaçınca moral çöküntüsü yaşadı ve kalan dakikalarda gol olmayınca maçı Sırbistan kazandı. Sırbistan bu futbolla bence Avustralya'yı geçip Almanya ile birlikte 2. tura yükselir. Daha sonrasında ya formda olmayan bir İngiltere ya da zaten Sırbistan'dan üstün olmayan ABD veya Slovenya gibi bir takımla karşılaşacaklar. O yüzden Sırbistan benim beklediğim futbolu oynamasa da en azından çeyrek finale çıkar gibi geliyor bana. Çeyrek finalde de karşılarına muhtemelen Uruguay çıkacaktır. Uruguay'ı da geçip yarı finale kadar da yükselebilir Sırbistan. Neyse böyle afaki konuşmak, böyle büyük turnuvalarda çok doğru değil galiba. Hep beraber göreceğiz artık.

Maçın adamı: " Neven Subotic" İlk maçta oynamaması bir garipti zaten. Geleceğin en iyi defansları arasında gösterilen ve bende hayranlık uyandıran bir oyuncu olan Neven Subotic sağlam defans tanımlamasına tam olarak uyuyor. Sağlam defans deyince de Servet Çetin'de değil hani, ayağı da yumuşak bir adam. Bu maçta da öyle oynadı ve maçın en iyilerindendi.

Maçın hayal kırıklığı: "Lukas Podolski" Klose'nin atıldığı maçta tüm yük onun üstüne bindi. O da bu yükü kaldıramadı. Aslında golle sonuçlandırabileceği pozisyonları, yenik durumda olmanın baskısından olsa gerek gole çeviremedi. Penaltı da kaçırınca takımının direnci kırıldı.

Maçın seyir zevki: 8.5/10 Benim ailevi sebeplerden (böyle deyince de garip oldu babannemi hastaneye götürdüm alttarafı) izleyemediğim ancak gece 03:30'da Trt1'de tekrarını izleyebildiğim maç (biraz daha erkene koysalar ölürler zaten)turnuvanın en heyecanlı maçlarından biriydi. Zaten 3 tane direkten dönen top, kaçan penaltı, favorinin yenilmesi gibi heyecan katsayısını arttırıcı pek çok etmen vardı. İyi ki uykusuz kalmayı göze alıp izlemişim.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Maç İzlenimleri #20: Fransa - Meksika


İrlandalıların ahı tuttu. Fransızlar, çoğu kişiye göre "katılmayı hak etmedikleri" turnuvaya, erken veda etmeye çok yakın. Uruguay-Meksika maçından beraberlik çıkarsa Fransa ne yaparsa yapsın gruptan çıkamıyor. Peki neydi Fransa'yı bu duruma düşüren?

Emmanuel Petit'ye göre Fransa'nın bu duruma düşmesine neden olan şey takımın defansı. Kendimizi çok üstün gördük ve savunmaya yeteri kadar önem vermedik diyor Emmanuel Petit, Domenech'i savunma futbolu oynattığı gerekçesiyle eleştiren milyonların aksine. Aynı zamanda savunma ve orta saha ile forvet arasında bağ kuramadık diye de ekliyor.

Bir başka efsane Zinedine Zidane ise maçtan sonra yaptığı açıklamada, "iyi oynayan kazandı" dedi. Domenech'in kadro tercihine, özellikle Gourcuff'ü oynatmama tercihine katılmadığını söyleyen Zizou, Meksika bizden daha iyi oynadı ve kazandı dedi.

Fransa'nın önemli oyuncularından Jeremy Toulalan ise bence en çarpıcı açıklamayı yaptı: "Sahada bir takım değil, 11 ayrı birey vardı" Fransa'daki sorunun kolektif uyum olduğunu belirten Toulalan, takımının ikinci tura kalmasının bu noktadan sonra mücize olacağını söyledi.

Ben Fransa'nın Meksika'ya yenilmesine hiç şaşırmadım. Hazırlık maçlarında çabalamasına rağmen gol bulamayan bir takımın Meksika gibi iyi oynayan bir ekibe kaybetmesinden doğal bir şey yok. Bu efsanelerin üzerine yorum yapacak kadar da ukala değilim, o yüzden ben Meksika'ya geçeyim.

Play Station daha yeni çıktığında, herkes Roberto Carlos'u hızlı diye forvete koyardı. Genelde işe yarardı da. Aguirre'de buna benzer bir şey yaptı, ve yine işe yaradı. "Marquez gibi pas verebilen bir adamı defansa koyarak ziyan etmeyelim, orta sahaya koyayım da pas dağıtsın" diye düşünerek Marquez'i orta sahaya yerleştirdi. Zaten kariyerinde o bölgede görev yaptığı pek çok maç vardı ve beklenildiği gibi Marquez orta sahada da çok iyi oynadı. Üçlü orta sahada Torrado, Juarez ve Marquez çok iyi iş çıkardı ve Fransa'ya atak şansı tanımadılar. Dos Santos-Vela ve Franco ile de gol aradı Meksika. Aguirre dk 55'te Juarez'i çıkarıp müstakbel Man Utd'li Hernandez'i oyuna alarak forveti ikiledi ve maçın üstünlüğünü ele geçirdi. Bu dakikadan sonra pek çok pozisyon bulan Meksika, golü Fransa'nın amatör ofsayt taktiği uygulamasında Hernandez ile buldu. Fransa yenik durumda olmasına rağmen tek bir pozisyona bile giremiyor, orta sahayı bile zar zor geçiyordu. Zaten sonra, gerçek mevkisi sol bek olan Abidal'in stoperde yaptığı hatayla penaltı kazanan Meksika, gole çevirdiği penaltıyla maçı kopardı ve 2. tura kalma yönünde büyük bir avantaj elde etti. Fransa'nın gruptan çıkması ise artık kendi elinde değil; ama herkesin zannettiğinden çok şansı var bence Fransa'nın. Çünkü Meksika da Uruguay da Arjantin'le karşılaşmamak için ikinciliği kabullenmeyecektir ve kazanmak için oynayacaktır. Güney Afrika'yı yenerse Fransa'nın gruptan çıkacağını tahmin ediyorum.

Maçın adamı: "Pablo Barrera" Türkiye-Norveç maçında bizim başımıza gelmişti bu. Sağ bekte İbrahim Kaş'la başlamıştı Fatih Terim maça. İlk yarının ortalarına doğru İbrahim Kaş sakatlanınca Gökhan Gönül mecburen oyuna girmiş ve maçı koparan oyuncu olmuştu. Aynı şey dün Meksika'ya oldu. Vela iyi oynamıyordu ve sakatlandı. Yerine giren Barrera ise Fransa'nın Evra'lı sol kanadını otoyola çevirdi. Bir de penaltı yaptırdı ve maçın en etkili oyuncusu oldu.

Maçın hayal kırıklığı: "Florent Malouda" Benim için en zor tercihlerden biri oldu. Gerçi bir taraftan da en kolayı. Çünkü maçın hayal kırıklığı olarak Fransa'dan kimi seçsem daha kötü oynayan vardı, diğer yandan da kimi seçsem sırıtmazdı. Malouda zaten kötü oynayan ve orta saha-forvet bağını kuramayan takımında bu bağı kurması beklenen adam olmasına rağmen bunu başaramadı ve hayal kırıklığı yarattı.

Maçın seyir zevki: 5/10 Domenech'in çöküşünü izlemek için bile şu maç seyredilirdi. İlk yarı kötü geçse de ikinci yarı Meksika iyi bir futbol oynadı ve favori olan rakibini yenmeyi başardı.

Maç İzlenimleri #19: Nijerya - Yunanistan

Ben eminim o kırmızı kart olmasa, Yunanistan yine gol atamayacaktı. Gerçi Rehagel, pivot santraforlardan kanat yarattığı saçma 4-3-3'ten vazgeçmişti, ve 5-3-2'ye dönmüştü, ama istersen 8 defansla oyna, o futbolla yine gol yersin yine gol yersin. Yunanistan 16. dakika'da yine duran toptan gol yedi. Bu golden sonra Nijerya'nın işi rahattı. Nasıl olsa Yunanistan turnuvanın en kötü takımıydı ve atak yapmaya niyeti bile yoktu. Ama devreye Sani Kaita girdi. Dünyanın en gereksiz agresifliğini göstererek, Torosidis'e tekme sallar gibi oldu ve takımını boş yere 10 kişi bıraktı. Maçın seyri değişti. Rehagel dahice bir hamleyle hemen Samaras'ı oyuna aldı. Yunanistan art arda pozisyonlar yakalamaya başladı. Dakikalar 44 'ü gösterdiğinde Salpingidis Yunanistan'ın dünya kupalarındaki ilk golünü atmayı başarıyor ve tarihe adını yazdırıyordu. İkinci yarıda da gol pozisyonları bulan Yunanistan'a karşı Nijerya pek çok kontra atak fırsatı yakaladı. Ama özellikle Obasi'nin boş kaleye atamadığı pozisyon olmak üzere pek çok pozisyondan yararlanamadı Nijerya. Yunanistan adına beklenen gol dakika 71'de geldi. Turnuvanın yıldızı Enyeama'nın hata yaparak sektirdiği topu takip eden Torosidis, takımına galibiyeti getiren golü attı.

Yunanistan'ın bu futbolla Arjantin'i yenebilmesi hatta puan alabilmesi imkansız. Tersini iddia edenle de her türlü iddiaya varım. Arjantin forvette Martin Palermo ile çıksa bile Arjantin'i yener. O yüzden garantilemiş Arjantin maçı bırakır, yedeklerle çıkar falan diyenlere gülüyorum. Yedeklerle çıksın, Milito-Agüero sonuçta forvetteki yedekleri. Yunanistan bu gruptan çıkarsa da turnuvayla ilgili fikirlerim baya değişir galiba.( Valla milliyetçi falan değilim, adamlar çok kötü top oynuyor)

Maçın yıldızı: "Vasileios Torosidis" Kaita'nın gördüğü kırmızı kartta, adamın ayağı kendine değmemişken yere yığılan ve Kaita'yı attıran, ardından da Enyeama'nın hatasını takip edip gole çeviren Torosidis maçın kahramanıydı. Bu iki hareketiyle maçı çeviren adam oldu.

Maçın hayal kırıklığı: "Joseph Yobo" Everton'ın yıldızı Nijerya'nın kaptanı ve savunmanın bel kemiği Yobo tecrübesine yakışmayacak bir maç çıkardı. Defansta kademe hataları yapan Yobo çok aksadı.

Maçın seyir zevki: 5/10 Kırmızı kart ve geriden gelip kazanma olunca maçın seyir zevki arttı; ama Yunanistan maçı sonuçta, izlemesi ne kadar keyifli olabilir ki?

Maç İzlenimleri #18: Arjantin - Güney Kore


Turnuvaya çok iyi başlayan Güney Kore ile turnuvanın favorileri arasında gösterilen Arjantin'in maçı keyifli geçeceğe benziyordu. İlk yarı bittiğinde çok üstün oynayan bir Arjantin, çok kötü oynayan ve organize atağı olmayan bir Güney Kore vardı. Ama skor 2-1'di. Çok üstün oynayan Arjantin'in iki golü de ilginçtir duran toplardan (hatta biri kendi kalesine) gelmişti. Ve gol olan pozisyonlar dışında Arjantin'in adam gibi gol pozisyonu yoktu. Güney Kore'nin golüyse daha da şanslıydı. Demichelis'in büyük hatasında araya giren Bolton'lı Lee, Chung Yong, golü devrenin son dakikasında buldu ve takımının devreye moralli girmesini sağladı.

İkinci yarıda Güney Kore'nin özgüveni yerine gelmişti. Arjantin kalesine yükleniyorlar, gol pozisyonlarına da giriyorlardı. Ama bir tanesi vardı ki, Kore onu atabilse maç dönebilirdi. "Atamayana atarlar" yine işledi ve Messi'nin yarattığı pozisyonda Higuain topu ağlara gönderince (net ofsayt bu arada) durum 3-1 oldu ve Kore'nin umutları tükendi. Daha sonra inanılmaz paslaşmalar sonucu yine Higuain'i bulan topu, Madrid'in yıldızı çok zeki bir kafa vuruşuyla ağlarla buluşturdu ve maçın skorunu belirledi.

Bence, Maradona takıma maçtan önce sadece çıkın oynayın diyor olabilir. Arjantin'in organize bir futbol oynadığını söylemek mümkün değil çünkü. Gerçi çıkın oynayın demesi yetiyor öyle bir hücum hattı olunca ama, Güney Kore 60. dk'ya doğru o şutu gole çevirebilse maçın sonucu çok farklı olabilirdi. Arjantin'in daha dişli bir rakip karşısında o defans anlayışıyla zorlanacağını düşünüyorum.(ki isimler tek tek çok iyi: önde mascherano, defansın ortasında Samuel, Demichelis, solda Heinze sağdakini boşverin sevmiyorum ben Gutierrez'i)

Maçın adamı: "Lionel Messi" Böyle yazınca komik duruyormuş. Hadi ordan derler adama. Maçın adamı Messi ha! "Gerçekten futboldan anlıyormuşsun. Messi'nin yeteneklerini süzebilip maçın adamı seçtiğine göre" derseniz hiçbir şey diyemem; ama Higuain'in hat-trick yaptığı maçta takımı adına tek başına hücum organizasyonuydu. Pek de bir şey yazmama gerek yok zannedersem.

Maçın hayal kırıklığı: "Park, Ji Sung" Takımın Man Utd'li yıldızı çok pas hatası yaptı. Hücuma çıkarken kaptırdığı tüm toplar takımına tehlikeli atak olarak döndü. Ondan beklenen takımını taşımasıydı. Bunu başaramadı ve maçın hayal kırıklığı oldu.

Maçın seyir zevki: "7.5/10" Arjantin'in hücum hattını izlemek benim için bir onurdur. Ama maçın seyir zevki en yüksek bölümü 2-1'den sonra Kore'nin bastırdığı kısımdı. Ha oldu ha olacak derken, çok kaçırdı Kore, Arjantin de cezasını kesti. 4-0'dan değil de 2-1'den 4-1 olması maçın seyir zevkini çok arttırdı.

18 Haziran 2010 Cuma

Maç İzlenimleri #17: G.Afrika - Uruguay


Cavani-Forlan-Suarez... Üçünü ilk 11'de gördüğümde "ohh şenlik var" demiştim. Dünyanın en iyi forvetleri diye sıralasan ilk 20'ye kesin girecek forvetler bunlar. Ve hiçbiri hödük forvet diye tabir ettiğimiz forvetlerden değil. Geriye dönüp top alan, gerektiğinde orta sahaya yardıma gelen, gerektiğinde pas organizasyonlarını yöneten adamlar. Zaten bu forvet üçlüsünü gören herhangi bir rakip takım "birini bize verin olum siz çok güçlü oldunuz" diyebilir.

Maça 4-3-3 gibi çıktı Uruguay. Ama bu kupada birden fazla takımda gördüğümüz maç içinde taktik değişiklik, daha doğrusu taktik belirsizlik bu maçta da görülüyordu. Hücum yaparken M. Pereira sağ bekten orta sahaya doğru geçiyor, sol bek Fucile defansı üçlüyordu. Defans yaparken ise Fucile sol beke geçiyor, M. Pereira tekrar sağ beke geçiyordu. Bu anlattığıma "bu sayılmaz ki Barcelona'da da Dani Alves ileri çıktığı zaman Abidal geri de kalıp savunmayı tamamlıyor sonuçta Barcelona'da mı böyle oynuyor" diyebilirsiniz. Bence evet, öyle oynuyor. Ama Uruguay bunu sadece hücum-defans değişikliği olarak değil maç içinde taktiksel değişik olarak da uyguluyor her zaman.

İlk yarının 24. dk'sında Forlan'dan kendi klasına yakışır bir gol geldi. Defansa çarparak yükselen top çok güzel yere gitti ve takımını öne geçirdi. Oyunun devamında Uruguay üstünlüğünü sürdürüyordu; ama beklenen ikinci golü bir türlü bulamamışlardı. Uruguay'ın imdadına, benim Howard Webb ile birlikte en beğendiğim hakemlerden olan Massimo Busacca yetişti. Bence Luis Suarez, Khune'nin küçücük temasıyla, kendini Holywood yıldızı gibi yere bıraktı, İsviçreli hakem de bunu yedi. Penaltıyı verdi, Khune'ye de normal olarak kırmızı. Türkiye'de bazı hakemlerin yaptığı gibi " yaaa karardan emin değilim penaltıyı vereyim de sarı kart çıkartayım ne olur ne olmaz" demedi en azından. Forlan penaltıyı 90'a astı ve takımını rahatlattı. Maç artık bitmişti. Vuvuzela sesleri kısılmıştı. 90+4'te Alvaro Pereira golü attı ve maç 3-0 lık Uruguay üstünlüğüyle sona erdi. Uruguay gerçekten iyi top oynadı; ama orta saha ve forvet arasındaki kalite farkı umarım Uruguay'a sorun çıkarmaz. Çünkü orta sahalarında o inanılmaz üçlüyü besleyebilecek kalitede oyuncular yok.

Maçın Adamı: "Diego Forlan" Man Utd'daki kariyeri hazırlık maçında boş kaleye kaçırdığı golle biten Uruguaylı daha sonrasında İspanya liginde kendini bulmuştu. Geçen sene gol kralı olduktan sonra bu sene de takımının Uefa Avrupa Ligi'ni kazanmasını sağlayan Forlan, milli takımda da yükselen performansını sürdürüyor. Attığı güzel golle takımını öne geçiren Forlan, "penaltı nasıl kullanılır" dersini de futbolcu olmak isteyen tüm minik kardeşlerimize vermiş oldu.

Maçın hayal kırıklığı: "Steven Pienaar" Bu çocukcağız Everton'da ne güzel oynuyor halbuki. Güney Afrika Milli Takımı'nı taşıması beklenen, Pienaar bırakın takımı taşımayı, takıma ayak bile uyduramıyor. Premier league'de iyi bir sezon geçiren Pienaar, milli takım oyuncusu - profesyonel takım oyuncusu ayrımında ikinci kategoriye giriyormuş gibi gözüküyor.

Maçın seyir zevki: 7/10 Dünya kupası kendine gelmeye başladı galiba. Maçlar daha bir keyifli geçmeye başladı. Zaten ikinci maçların ilk maçlara nazaran daha keyifli geçmesi bekleniyordu. Bu maç da öyle oldu. Uruguay, karşısında Fransa gibi çirkin bir anti-futbol takımı olmayınca ne güzel işler yaptığını göstermiş oldu.

Maç İzlenimleri #16: İspanya - İsviçre

Üzülmedim diyemeyeceğim. Turnuvanın pozitif futbol timsali İspanya'nın yenilgisi turnuvada şimdiye kadar oynanan futbola bir kez daha kızmama sebep oldu. Gerçi İsviçre kontra atak futbolunu çok iyi oynadı ama, İspanya yahu, kaybeder mi öyle güzel takım!

Bu Busquets'de (spiker baskets deyip durdu, Xabi Alonso da Xavi Alonso oldu, saygısızlık etmek istemem ama galiba aynı amca Montolivo'ya Montolino demekten bıkmayan amcaydı) teknik direktörler ne buluyor anlamadım. Hadi Guardiola bir şeyler gördü, ya da tecrübesiz, sırf Katalan diye koyuyor Toure yerine diyelim, Del Bosque niye oynatıyor? Çok iddialı değilim her iki teknik direktör de ilk 11'e koyuyorsa bir bildikleri vardır ama Busquets'in Barcelona veya İspanya orta sahasında oynayacak kalibrede bir adam olmadığını düşünüyorum. Kenarda Javi Martinez gibi Fabregas gibi(biliyorum onların senna tarzı odun dmc olmadıklarını ama deep lying midfielder olarak gayet iş görebilecek adamlar ikisi de) adamlar otururken orda Baskets'i görmek ve duymak hiç hoşuma gitmedi.

Piqué'de ayrı bir konu, adam savunmada oynuyor diye yazık oluyor gibi geliyor bana. Koy forvete oynasın. Şaka bir yana Piqué inanılmaz bir adam, ilk yarıda kaleciyle karşı karşıya kaldığı pozisyonda, vuruştan önce Griechting'i bakkala iki ekmek bir maltepe almaya gönderişi izlemeye değerdi.

Maça dönecek olursak, İspanya kendi gibi oynuyordu. Müthiş pas yüzdesi, yine 63% topa sahip olma oranı, öldürücü ara paslar, kanat bindirmeleri, topu bir anda sağ kanattan 60 m pasla sol kanada atmacalar... Futbola dair her şeyi yapıyordu İspanya. Ama İsviçre çok iyi alan daraltıyor ve İspanya'ya mümkün olduğunca az pozisyon vermeye çalışıyordu. Kanatlardan çok gelmeyen İspanya'ya karşı tüm oyuncuları ortaya yığan Hitzfeld'in taktiği başarıyla işliyordu. Gerçi pozisyon da verdiler birkaç tane ama beklenen gol bir türlü gelmedi. İkinci yarının başlarında, dakika 52'de, bir kontra atakta İsviçre golü buldu. Her ne kadar İsviçre "amaan öyle çirkin futbol mu oynanır" tepkileri alsa da Yunanistan'la ilgili yazımda da bahsettiğim gibi eğer organize olarak kontra atağa çıkarsanız ve iyi savunma - iyi kontra atak taktiğiyle oynarsanız, kendi adıma "anti-futbol oynayan takım" yaftasını yemezsiniz. İsviçre böyle oynadı. Golden sonra da Eren'le birkaç pozisyon daha buldu.

İspanya'da alternatif çoktu. Del Bosque oyuna Jesus Navas'ı ve Fernando Torres'i alarak, 4-5-1'den 4-4-2'ye, kanatların daha çok işlediği bir formasyona, döndü. Ancak İsviçre yine açık vermedi ve maçı iyi uygulanmış bir kontra atak taktiğiyle, yani hakkıyla kazandı. İspanya gibi pozitif futbol oynayan bir takım 3 puanla ödüllendirilse ben çok daha mutlu olurdum ama kurt teknik adam İspanya'yı çok iyi çözmüş ve gereken önlemleri almıştı.

Maçın Adamı: "Eren Derdiyok" İsviçre adına taktiği işleten adamdı. Güçlü yapısı ve uzun boyuyla istenildiği zaman pivot forvet gibi top indirip, topu ilerde tutabildi, kontra atağa çıkıldığında ise hızı ve tekniğiyle adam çalımlayıp takımını ileri taşıyabildi. Mesut'tan sonra "ah bizim milli takımda oynasa neler olurdu kimbilir" dedirten bir oyun sergiledi.

Maçın hayal kırıklığı: "Xavi" Allahım inşallah şunu yazan ellerim taş kesilmez. Büyük günah işliyorum biliyorum ama Xavi beklenildiği kadar iyi oynayamadı. İsviçre orta sahası tarafından çok sağlam bir şekilde markaj altına alınan Xavi, oyunu yine iyi dağıtsa da ondan beklenen ara pasları veremedi. Hücuma gerektiği kadar katkı sağlayamadı.(Tövbe Estağfurullah)

Maçın seyir zevki: 6/10 Ne olursa olsun bir İspanya maçıydı. İsviçre'de kontra ataklarıyla oyuna keyif getirdi. Her ne kadar televizyonun başından mutlu ayrılmasam da iyi futbol izlemenin keyfini yaşatacak kalitede bir maçtı.