16 Ekim 2010 Cumartesi

9 Ekim 2010 Cumartesi

Deutschland Deutschland über alles!!

Genel olarak bloglara baktığımda değinilen konu haklı olarak kadro seçimi. Böyle durumlarda zaten her yerde bulunan şeyleri tekrar etmekten kaçınırım. Sonuçta farklı bir şey yazmayacaksam niye yazayım gibi bir anlayışım da var; ama kadro seçimine gerçekten inanamıyorum.

Şimdi kulüp takımları için ilk 11'leri eleştirirken şöyle bir mantık yürütürüm. "Adam sürekli takımla beraber. Neredeyse her gün beraber idmana çıkıyorlar. Futbolcunun ne yeyip ne içtiğini bile biliyor antrenörler. Ben daha mı iyi bileceğim o adamdan hangi oyuncuyu oynatacağımı?" Yanlış anlaşılmasın kulüp takımlarındaki anrrenörlerin ilk 11 tercihleri eleştirilmemeli tarzında bir şey demiyorum. Tabi ki eleştiriler olur, ama "lan bu adamı da oynatmıyorsan sen de adam değilsin" gibi ağır ithamlardan pek de hazzetmem.

Milli takıma gelecek olursak. Antrenör takım kadrosunu seçmek için ne yapıyor. Lig maçlarını izliyor. Kendi oyun sistemine uygun, formda oyuncuları kadroya çağırıyor. Şimdi benim bir futbol sistemim olmadığı için kendi sistemime göre kadro seçemiyorum ama Hiddink'ten çok lig maçı takip ettiğime eminim. O yüzden milli takım kadrosuna sallama hakkını kendimde layıkıyla görüyorum. ( Diyelim yok öyle bir hakkım, kim karışır lan benim blogum)

Ne diyor milli takımımızın teknik ekibi. " kendi oyun sistemimize uygun oyuncuları çağırıyoruz". Tamam çağırdın. Volkan Şen uymuyor senin oyun anlayışına (ne anlayışmış arkadaş) Mehmet Topal uymuyor (tamam hadi anladık). Ama yani takımın sol kanadına bir bakar mısınız? Arkada Sabri önünde Hamit. Euro 2008'de sağ kanadımızdaki ikili. Kenarda oturan adam İsmail Köybaşı. Takıma çağrılmayan adam, Türkiye'nin en formda sol beki İbrahim Üzülmez. Sabri, Galatasaray gibi herkesin her yerde denendiği bir takımda bile sakatlık dışında sol bek oynamadı yahu. Hamit gelmiş 30'una. Yeniden mi keşfedeceksin Hamit'i sol kanatta oynatarak. Yani yok süper bir sağ kanat oyuncun vardır. Onu oynatmak istersin ama Hamit'ten de vazgeçemezsin onu anlarım; ama Özer gibi kendi takımında sol kanat oynayan (Volkan Şen'den daha çok uyuyormuş Hiddink'in sistemine, hey allahım!) o da arasıra oynadığı zaman sol kanat oynayan bir adamı sağ kanada koymanın mantıklı bir açıklaması var mı merak ediyorum. Düşünüyorum, aklıma bir tek şu geliyor. Lahm çok iyi bindirmeler yapan bir adam, Hamit'in de defansif yönü kuvvetli. Hamit geriye yardıma gelir Lahm'ı tutmak için gibi bir şey tek açıklamam. Özer'i açıklayamıyorum ama kesinlikle.

İlk dakikalarda neyi gördük Milli Takım'ımızda, "önde basmak"tı taktik. Madem önde basacağız Halil'in orada işi ne. Azılı Alman savunmasından hava topu almak mı? Mertesacker'den kafa topu almak için Crouch olman gerekir. Zaten araya paslarla çıkmaya çalışıyoruz. Sercan nerede?

Aurelio sakatlandı. Tuncay'ı alabilirsin oyuna. Ama taktiğini değiştireceksindir o zaman alırsın Aurelio yerine Tuncay'ı. Nuri'yi Aurelio'nun yerine kaydırıp son haftalarda Avrupa'nın en formda adamlarından birini yemezsin defansın önünde.

Severim böyle afaki şeyleri o yüzden kurayım kendi kadromu hemen. İsteyen de kursun kendi kadrosunu yorum kısmında konuşalım dertleşelim.
Volkan-G.Gönül-Servet-Toraman-İ.Üzülmez, M.Topal-Emre-Nuri, Hamit-Volkan Şen-Mevlüt(Sercan)

Neyse bence hezimetten kurtulduk, güzel oldu 3-0. Mesut'u da tebrik etmek lazım taş gibi top oynadı gerçekten, maçın yıldızıydı. Golden sonra sevinmemesi  de o kadar ıslıklanmasına rağmen bence güzeldi. Mesut konusunda da bir şeyler yazasım var, bir ara yazacağım, ona şimdi girmeyeyim yazı Gılgamış destanına dönüşmesin.

"Oğuz Çetin'in takımı bu Hiddink bir el atsın... söylemi dünyanın en saçma söylemi. Adam takımın başına geleli aylar oldu takımı hala Oğuz Çetin seçiyor. Hiddink de kalkan görevi görüyor. Kimse sallayamaz tabi Hiddink'e, gelmiş geçmiş en başarılı milli takım antrenörlerinden biri olduğu için,oh Oğuz'da onun kalkanının altında teknik direktörcülük oynuyor.

Bu arada yenildik diye sallıyorum sanılmasın. "Kazandığımız maçları da nasıl kazandığımız belli zaten" diye bakan bir adamım. Belçika maçının ikinci yarısında da öyle "oh özlediğimiz takım bu" dedirtecek bir futbol oynamadık. Söylemesi ayıp bok gibi oynarken, vasat oynamaya başladık o da yetti işte. Böyle devam ederse sadece idare edebiliriz, dahası olmaz. Hiddink'ten umduğumuz o "sürekli kupalara katılan ve istikrar yakalamış milli takım" hayalimiz de yalan olur. İnşallah zamanla yanılırım.

8 Ekim 2010 Cuma

tövbe estağfurullah-2

internette dolanırken gördüm şimdi kanım dondu. 4 mart 2009'da çıkan radikal haberi.. "ampul tayyip dediler dünyaları karardı" diye. İnanamadım. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&Date=4.3.2009&ArticleID=924486


yani aslında çok da bir şey yazmayacağım. kanım dondu işte. "ülkenin 42% sini hapse mi atacaksınız yane?" gibi bir şeyle olayı basitleştirmeyeceğim kesinlikle ; ama ılımlı akp destekçilerinin bile bazen hafif çapta küfür ettiği bir siyasi kişiliğe benim yaşlarımda (19-20) birkaç üniversite öğrencisi ampül dediği için 11 ay 20 gün hapis cezası alıyorsa, afedersiniz sıçarım böyle sistemin içine. lan beni de almasınlar şimdi içeri.

5 Ekim 2010 Salı

Tövbe Estağfurullah

Martin Taylor, Axel Witsel, Marouane Fellaini, Barış Özbek, Tomas Ujfalusi, Nigel de Jong... Fotoğraflar için şimdiden özür dilerim ama durum gerçekten vahim gibi geliyor bana.

Arsene Wenger, Eduardo'nun bacağı kırıldıktan sonra yaptığı açıklamada, "böyle oyuncular için aslında kötü niyetle yapmamıştı tarzı açıklamalar yapılır. Bir insan eğer adam öldürürse, tek bir adam öldürmüş de olsa büyük bir ceza alır çünü ortada bir ölü vardır. Bu adamın futbol oynamasına izin verilmemeli. Eğer futbol buysa, yasaklayın şu oyunu!" demişti. Eğer yanlış hatırlamıyorsam yine bu tip ciddi sakatlıklar konusunda bir öneri yine Arsene Wenger'den gelmişti. Wenger, sakatlanan kişi sahalardan ne kadar uzak kalıyorsa, sakatlayan oyuncunun da en az o kadar zaman boyunca futbol oynaması yasaklanmalı, diye bir açıklama yapmıştı. 


Futbol oynarken yanlışlıkla arkadaşımıza bile zarar veremez miyiz? Tabiki veririz. Ama çok üzülürüz, "lan ne kayıyorsun geçsin işte" deriz kendi kendimize, pişman oluruz, moralimiz bozulur değil mi? Sırasıyla Taylor da Witsel de Barış da Ujfalusi de kırmızı kart sebebiyle hakeme itiraz etti. De Jong ve Fellaini de itiraz ederdi de hakem anlaşılması güç bir şekilde bu oyuncuları oyundan atmadı. Ama De Jong pişman değilim diyerek nasıl bir adam olduğunu göstermiş oldu. Ben bu katılaşmayı, hatta yabancılaşmayı bir seri katil serinkanlılığına benzetiyorum ve Arsene Wenger'e katılıyorum. Futbolu sert oynamakla, bir oyuncunun futbol hayatını bitirecek şekilde müdaheleler yapmak apayrı şeyler. Bu saydığım futbolcuların kasti şekilde çok sert müdaheleler yaptığı bir sürü başka maç var benim aklımda kalan. Mesela De Jong'un Xabi Alonso'ya Dünya Kupası Finali'nde yaptığı hareketi daha doğrusu uçurduğu tekmeyi hepimiz hatırlarız. Ujfalusi'nin Messi'ye yaptığının aynısını yaptığı başka iki maçtan kareler direkt olarak aklıma geliyor örneğin. Cana gibi Lugano gibi Mascherano gibi oyuncular ise oyunu sert oynayan ve "topa" sert giren adamlar. Ama kim Ujfalus'nin Messi'ye değil de topa vurmak için geldiğini iddia edebilir ki? 

Neyse ki Hollanda Milli Takımı'nın Bert Van Marwijk, De Jong'u bu hareketi sebebiyle kadroya çağırmadı ve en azından bana "oh aslan Marwijk" dedirtti. Bir şekilde cezalandırılması gerekiyor çünkü böyle adamların. Gerçekten futbolu bu adamlar oynayacaksa, durdurun şu oyunu.




3 Ekim 2010 Pazar

İlginç İlginç İşler



Keşke daha insani bir saatte yazsaydım. Böylece yazının yarısında "uykum geldi lan şu cümleyi de bağlayayım da yatayım" deme riskim azalırdı. Bahsetmek istediğim konuya girmeden önce bir not düşmem lazım. Böyle "dıdırıtdıtdıtdıtdıt i lov yu" diye çocuk telefonu müziği olur ya. Galiba bizim yan komşunun çocuğu öyle bir oyuncak telefonu bahçeye atmış. Alet de takılmış. Tam 9 saattir tekrar ediyor. İnanamıyorum pilinin bitmemesine. Bildiğimiz kafayı yiyeceğim. Neyse böyle şeylere kafamı yormayayım.

Şöyle boyumdan büyük bir laf ederek gireyim konuya ki dikkat çeksin. "Hayatımızın akışını alışkanlıklarımız belirliyor. Tabi alışkanlıkların iyisi var kötüsü var. Kitap okuma, alkol, sigara, diş fırçalama... Mesela dişini fırçalamadan yatamama alışkanlığı iyi bir şey, di mi? Değil işte. Arkadaşına gittin, orada kalacaksın. Yanında diş fırçan yok. Olmuş gece 2, eczane falan hak getire. Mecbur yatacaksın. Ama "dişimi fırçalamadan rahat uyuyamıyorum" insanıysan bu alışkanlık sorun teşkil eder. Gelmek istediğim yer, alışkanlıklarımız bizim zayıf noktalarımızdır. Aman diyim. Benim bir aforizmam var ilk ve tek aforizmam hatta ( umarım başkası daha önce söylememiştir ) "Her insan statükocudur." diye. Alışkanlıklarımızın zayıf noktalarımız olması ve onlardan vazgeçmemizin imkansıza yakın oluşu zaten her insanın statükocu olmasının sebebi.

İşin başka bir boyutu, alışkanlıkların bazen yabancılaşmaya bazen basitleşmeye sebep olması. Şöyle örnekleyeyim. İlkokulların tamamında her sabah andımız okunuyor. Tolga söylemişti geçenlerde. "Abi Türk-üm, doğru-y-um, çalışkan-ım, ilk-em, gibi geliyordu bana." demişti. Bana da öyle gelirdi açıkçası. Senede 200 gün okul var desek. Bir öğrenci hayatının %20'sini doldurmadan 1600 kere andımız okumuş oluyor. O 1600'ün de ya birinde ya ikisinde "lan biz her sabah ne okuyoruz böyle dur bir dikkat edeyim, özümseyeyim şu her sabah söylediğim şeyin ne anlama geldiğini" diyordur. Daha fazla da demesin zaten. Manyak olur çünkü. İstiklal Marşı'da aynı şekilde. Milli maçlardan önce güzel, özel günlerde güzel, ama şimdi Galatasaray'la Bucaspor oynamadan önce niye İstiklal Marşı var diye soruyor insan kendine. Ya da üniversiteye kadar her pazartesi-cuma İstiklal Marşı okunuyor? İstiklal Marşı'nı basitleştirmiş oluyoruz bence sadece. Andımız-İstiklal Marşı her sabah kalkınca çişini yapmakla neden aynı kefeye konuyor, anlayabilmiş değilim.

Bir de toplum olarak alışkanlık haline getirmediğimiz şeyler var. İlk aklım gelen ve son zamanlarda bana en çok batan yaya geçitlerinde istisnasız hiçbir arabanın durmaması. Şimdi "ya ben landın'dayken ay pardon londra'ydı di mi türkçe'de ahah, muhabbetine girmek istemiyorum ama, kazara bir londra'ya gittim ablamın yanına. Yaya geçidine yaklaşırken arabalar zıbank diye duruyor. Hatta bir kaç kere "lan dur birden yola fırlayayım yaya geçidinden" tarzı oyunlara giriştim, baya pat diye duruyor adamlar. Biz batının ahlaksızlığını almışız arkadaş (tam olarak "uykum geldi lan dur bağlayayım" burası işte) Yok yani şaka bir tarafa millet olarak değerleri çok basitleştiriyoruz. İstiklal Marşı, andımız'dan falan bahsetmiyorum yanlış anlamayın. Atıyorum sivil toplum kuruluşunda çalışanlar için " eheh idealist gençler " eylem yapanlar için "amaan hergün eylem var zaten yaaa", %58 evet çıkınca "yaa zaten insanlar mal eheh bak Aziz Nesin söylemişti" demekten öteye geçmek lazım. En azından yaya geçidinde durmayan arabayı millet olarak özümseyip alışkanlık haline getirmememiz lazım. Ben bunu bilir bunu söylerim.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Maç İzlenimleri #58: Gana - Uruguay

Sene 2005, İstanbul'daki şampiyonlar ligi finali... Devreye 3-0 önde girmiş Milan, Liverpool karşısında. Liverpool maçı 3-3'e getiriyor ve maç penaltılara gidiyor. Kazanan Liverpool. Sene 2008, Hırvatistan - Türkiye çeyrek final maçı. Hırvatistan dakika 119'da golü buluyor, ve hepimizin bildiği gibi Türkiye Semih ile 120+1'de eşitliği sağlıyor. Müthiş bir geri dönüş. Penaltılara gidiyor. Kazanan Türkiye... Daha onlarca örnek var aklımda sıralayabileceğim. Böyle maçlarda, mucizevi işlerden sonra maç penaltıya giderse, mucize lehine işlemiş takım penaltılarda kazanır. Bugün de böyle oldu. Dakika 120'de A. Gyan penaltıyı kaçırınca, yarı finale kimin çıkacağı belli oldu. Bunda etkili olan faktör moral-motivasyon falan da demek istemiyorum. Futbolun manitusu taraf değiştiriyor adeta.


Maça Uruguay çok hızlı başladı. İlk yarının ilk 20 dakikasında çok baskılı ve "biz demiştik abi Uruguay çok rahat yener" diyenleri haklı çıkaracak şekilde oynayan bir Uruguay vardı. Gana ise sahada varlık gösteremiyordu. Ne olduysa dakika 20'den sonra oldu. Gana oyunun üstünlüğünü ele geçirdi ve pozisyonlar buldu. Devre bitti derken Muntari'nin 35 metreden vurduğu top ağlarla buluştu ve Gana devre arasına önde ve mutlu giren taraf oldu. 


İkinci yarıda da üstün oynayan taraf Gana idi. Uruguay'ın Platini'si Forlan sahneye çıktı ve muhteşem bir gol attı. Gerçi üst düzey bir kaleci o topu öyle içeri almazdı ama Forlan'ın da hakkını yememek lazım. Forlan, benim yetişemediğim ama NTV spor sağ olsun belgesellerden takip ettiğim Platini gibi oynuyordu. Uzun paslar, oyun kurmalar, uzaktan şutlar, ara paslar... her şeyi yapmaya çalışıyordu Forlan sahada. Yine de üstünlük Gana'daydı. İnanılmaz atletik oyuncularıyla oyunun üstünlüğünü hiç bırakmadılar. Gol bulamasalar da birkaç pozisyona girmeyi başardılar ve kendi kalelerinde pozisyon vermediler. Maç uzadı. Bir istatistik vardı: Şimdiye kadar dünya kupalarında Afrikalı bir takım eleme usulü maçlarda uzatma oynamadan bir üst tura çıkamamıştı. Yine öyle olacaktı. Çünkü Gana üstün oynuyordu ve bu üstünlükle çıkmayı hak eden taraftı. Dakika 120'de Suarez gayet akıllıca elle çıkardı topu çizgiden. Sonuçta o noktadan sonra kırmızı yesen ne olur yemesen ne olur. Gerçi Suarez'in o sırada bu kadar da mantıklı düşündüğünü zannetmiyorum çünkü inanılmaz bencil bir oyuncu. Düşünmüş olsa, "lan kırmızı gördükten sonra takım kupayı kazansa kaç yazar. Ben gol kralı olayım da ne olursa olsun." mantığı güdeceğine eminim. Ama o refleksi Suarez'i kahraman yaptı. Çok kötü oynamasına rağmen takımını turnuvada tutan oyuncu oldu.
Futbol işte. Güzel oyun her zaman adaletli olmuyor. Gana'nın 100 dakika daha iyi oynadığı maçı Uruguay kazandı. Ben popstar'da kör adamı tutan adamlardan değilim. "Gana Afrika'lı ezilmişler yıllarca olum yazık kazansınlar" demediğimi belirteyim. Sadece bu kadar üstün oynayıp kazanamamaları beni bir sporsever olarak üzdü. A.Gyan'ın o kritik penaltıyı kaçırdıktan sonra penaltılarda ilk penaltıyı kullanması ise bir futbol güzelliğiydi. Ben hayatta alamazdım o riski gibi geliyor. Helal olsun adamlara.


Uruguay yarı finalde Hollanda ile karşılaşacak. Suarez'in yokluğunda Uruguay'ın daha fazla sıkıntı yaşayacağını sanmıyorum. En azından 3'e1 falan atak yakalarlarsa pas atmak yerine o bir kişiyi çalımlamaya çalışıp golü atmayı deneyecek bir bencil olmayacak sahada. Ama buna rağmen Hollanda çok daha şanslı. Çünkü Uruguay gruplarda oynadığı futbolun bile gerisinde şu anda. Aynı özveri ile oynamıyorlar. Bir de tüm Afrika'nın bedduası Uruguay'ı etkileyecektir.(beddua dediysem voodoo benzeri şeyler de olur) Bu yüzden Hollanda 80% finalde diyebiliriz.


Maçın adamı: "Asamoah Gyan" Sen şampiyon olmasan da... triplerine girmiş değilim. Ben böyle sağlam bir forvet çok az gördüm. Tek forvet oynayan ve arkadan az destek alan Gyan tek başına Uruguay savunmasıyla uğraştı. Omuz omuzaların neredeyse hepsini kazandı. Vursalar da yıkılmadı ve Drogbavâri bir oyun sergiledi. Çok kritik bir penaltı kaçırdıktan sonra ilk penaltıyı kullanması, zihinsel olarak maça ne kadar iyi hazırlandığını; yenildikten sonra ayağa kalkamayacak kadar ağlaması ise o kalıba rağmen aslında ne kadar duygusal bir adam olduğunu gösteriyordu. Adnan Polat Gana'yı Galatasaray'a getirecek diyordu birkaç gazete. Öyle bir şey olacaksa Gyan'la başlama taraftarıyım.


Maçın hayal kırıklığı: "Maxi Pereira" Uruguay'ın sisteminde önemli adamlardan olan Maxi aksayınca, takım da etkili olamadı. Savunmada da hücumda da yeterince etkili değildi. Hücuma çıktığında yanlış tercihlerde bulundu. Mücadeleci stilini sahaya yansıtsa da klişe tabirle bal yapmayan arı gibiydi. Suarez'den daha iyi oynadı aslında ama ne kadar kötü oynasa da turu takımına getiren adam Suarez olduğu için hayal kırıklığı Maxi Pereira oldu.


Maçın seyir zevki: "8.5/10" Çok güzel bir maçtı. Brezilya - Hollanda maçından kat be kat zevkli bir oyun seyrettik. Özellikle Gana'nın organize atakları, maçın seyir zevkini arttıran en önemli unsurlardandı. Forlan'ın Platini'liğe soyunması gibi maça tat veren etmenler de vardı. Zaten son dakikalarda da drama unsuru eklenince maçın heyecanı inanılmaz arttı. Turnuvanın akılda kalacak maçlarındandı.

2 Temmuz 2010 Cuma

Maç İzlenimleri #57: Hollanda - Brezilya

Ben maçta inanılmaz olan ne bir türlü anlayamadım. Bunu söyleyerek yazıya başlamak istedim. Tamam 1-0 'dan 1-2 oldu, işin içinde bir comeback var ama öyle supercomeback falan da yok. Ya da "Allah'ım Brezilya eleniyor mu ne? İnanamıyorum, gözlerime inanamıyorum"luk bir durum da yok. Yeni Zelanda- Brezilya maçı değil ki inanamıyorsun gözlerine.


Maçın ilk dakikaları dengede giderken, Brezilya Robinho'nun erken golüyle öne geçti. Tipik bir Brezilya maçı gibi başladı. Brezilya, ilk yarı baskılı bir oyun oynamamasına rağmen golü bulur. Daha sonra hemen bir tane daha sıkıştırırdı. Sonra da maç zaten kopardı. Bu sefer de öyle olacak gibi gözüküyordu. Brezilya oyunun kontrolünü elinde tutuyor, Hollanda'ya ise sefilleri oynamak kalıyordu. Diğer Brezilya maçlarından farkı, Hollanda'nın ikinci golü yememiş olmasıydı; evet belki gol yememişti ama gol atmaya dair herhangi bir girişimde de bulunmamıştı. Ama öyle Ömer Üründül'ün abarttığı gibi bir sürü gol pozisyonu da vermedi kalesinde Hollanda.


İkinci yarı aynı ilk yarı gibi başladı. Her iki takım da oyunu rölantiye almış gidiyordu. Hollanda'da biraz daha kıpırtı olsa da yeterli olmayacağı çok açıktı. Ama Juventus'un bombası, bidonların bidonu yine patladı. Halbuki oynadığı ilk iki maçta gayet normal oynayarak beni şaşırtmıştı ve bu maçta da golün asistini yapmıştı. Ama bence açık ara farkla dünyanın en iyi kalecisine bile o golü yedirmeyi başararak kariyerine bir mallık daha eklemiş oldu. Skor eşitlendikten sonra Hollanda kendine geldi, Brezilya ise demoralize oldu. Böyle olunca da Hollanda baskısını arttırdı.  Robben'in etkili oyunuyla yüklenen Hollanda golü kornerden buldu. Kuyt'ın çok güzel aşırttığı topu Sneijder ağlara yolladı ve takımını öne geçirdi. Hollanda, neredeyse adam gibi pozisyona girmeden iki gol bularak öne geçti. Daha sonra "takımına daha fazla zarar veremez herhalde dediğim" Melo, kendi sınırlarını bile zorladı ve Robben'in üzerine basıp çok gereksiz bir kırmızı kart gördü. Bu dakikadan sonra Brezilya'nın toparlanması çok zordu.
Ben maçtan önce Hollanda'nın kazanacağını tahmin ediyordum. Zaten Hollanda daha zayıf rakiplere karşı da öyle inanılmaz pozisyonlara girerek kazanmadı, genelde bir gol atıp sonra üzerine yatıp sonlara doğru bir tane daha atıyorlardı. Ama açık konuşmak gerekirse, bu kadar etkisiz oynayacaklarını da tahmin etmemiştim. Bidon olmasa kazanacakları da yoktu zaten. Brezilya da öyle ahım şahım top oynamadı ama az farkla da olsa maçı kazanmayı hak eden taraftı. Neyse Hollanda kaç turnuvadır çok güzel oynayıp eleniyordu, karma devreye girdi diyelim. 


Hollanda yarı finalde Gana - Uruguay maçının galibiyle oynayacak. Bu bakımdan finale çok yakınlar. Eğer Uruguay yarı finale çıkarsa Brezilya'ya karşı çok zorlanacaktı; ama Hollanda karşısında daha rahat oynayacaktır. Yine de diğer taraftan kim gelirse gelsin, Hollanda final için daha şanslı. Maçta benim dikkatimi en çok çeken şeylerden biri ise van Marwijk'in tek oyuncu değişikliği yapması oldu. Ya gol yersem korkusuyla, ne sarı kart görürse yarı finalde oynayamayacak Robben'i ne de Sneijder'i dinlendirmeyi düşündü. Sadece zaten iyi oynamayan van Persie yerine Huntelaar'ı almakla yetindi. Umarım Hollanda 4 gün sonra yapacağı maçta bunun sıkıntısını yaşamaz. Nigel de Jong yarı finalde yok ve büyük ihtimalle yerine oynayacak olan kişi De Zeeuw olacaktır. De Jong'un yerini De Zeeuw doldurabilir mi, şüphelerim var.
Maçın adamı: "Wesley Sneijder" Hollanda kupayı kazanırsa, turnuvanın en değerli oyuncusunun kim olacağı da belli oldu. İlk golü yaratan, ikinci golü kendi atan Sneijder'i izledikçe "Real Madrid nasıl bırakır yahu bu adamı"  demekten kendimi alamıyorum. Real Madrid, şampiyonlar ligi finalinde Robben vs Sneijder'i izledikten sonra dünya kupası finalinde de Robben&Sneijder'i izlerse çok ağlayacaktır. Sneijder turnuvadaki üçüncü golünü attı. Gollerinin yanında oynadığı futbolla takımının beyni ve kilit oyuncusu olduğunu bir kez daha kanıtladı. 


Maçın hayal kırıklığı: "Felipe Melo" Halbuki maça iyi başlamıştı. Asist de yapmıştı ama Brezilya'nın maçı kaybetmesine neden olan adam oldu. Her oyuncu hata yapabilir tabi, ama onu maçın hayal kırıklığı yapan hareket Robben'in bacağına bilerek ve isteyerek dana gibi basmasıydı. Bir maçta kendi kalene gol attıktan sonra, bir de takımını 10 kişi bırakırsan, tepki görmeyi hak ediyorsun demektir. Çok kötü oynayan, vurduğu her frikik 7589 metre farkla auta giden, hiçbir varlık gösteremeyen (ona olan sevgimi öğütüyor resmen) van Persie'den bile kötü oynadı ki gerçekten kolay iş değil van Persie bu kadar kötü oynuyorken.


Maçın seyir zevki: "4/10" Spiker on saniyede bir tarihe tanıklık ediyoruz demese belki de biraz daha yüksek olacaktı maçın seyir zevki ama "neresi efsane maç lan bunun" deyip deyip durdum spiker "inanılmaz bir maç" dedikçe. Bence Almanya - İngiltere maçının tırnağı olamazdı bu maç. Zaten kazanan takımın gollerine bakarak anlayabiliriz. Biri korner, diğeri kendi kalesine. Ayrıca son dakikada Hollanda'nın 3'e1 de inanılmaz bir lakayıtlık örneği gösterdiği pozisyon, zaten benim için zevkli geçmeyen maçta beni daha da sinirlendirdi.

Grup maçları sonrası genel değerlendirme

Ne zaman niyetlensem olmadı. Haftada altı gün sabah 11 akşam 9  caz korosu çalışmam olunca, blogun ritmi de bozuldu. Şu andan itibaren büyük bir azimle toparlamaya çalışacağım ama gruplardaki üçüncü maçlara yazı yazamadım. Zaten 17 maçlarını çalışma sebebiyle takip edemediğim için maçların yarısına yazacak bir şeyim de yoktu. Anlayacağınız benim 64'te 64 maç izleme hayali baya yalan oldu ama, Dünya Kupası ateşim sönmedi diyebilirim. Şimdiye kadarki ikinci tur maçlarının genel bir değerlendirmesini yapıp çeyrek finalden itibaren maçlara eski usül maç yazısı yazmaya karar verdim. Umarım uygulayabilirim.
İlk maç olan Uruguay - G.Kore maçının sadece 5 dakikalık özetini seyredebildim ancak takip edebildiğim kadarıyla Uruguay gruplardaki iyi futbolunu G. Kore karşısında sergileyemedi. Ancak elbet üç usta forvetten biri gol atma işini üstlenecekti. Bu sefer bu kişi Suarez oldu. Attığı gollerle takımını çeyrek finale taşıyan Suarez'e ilerleyen maçlarda da çok iş düşecek. Uruguay'ın en önemli özelliği üç silahşörleri (Cavani-Suarez-Forlan) çok iyi destekleyen bir orta sahalarının olması. Diego Perez ve iki Pereira'nın Mustafa Sarpvâriden çok De Rossivâri oynamaları, onları çok rahatlattı. G. Kore ise guruplarda oynadığı futbolu oynadı. Futbolun manitusu onların yanında olsa belki de turu geçebilirlerdi ancak artık şansla mı tecrübeyle mi bilmem Uruguay çeyrek finale kalan ilk takım oldu.
ABD - Gana mücadelesi çok hızlı başladı. Gana çok erken buldu golü. Penaltı dışında gol atabilmeleri sevindiriciydi. Turnuvanın en iyi top oynayan takımlarından Almanya'ya karşı bile direnen Gana, mükemmel olmasa da vasatın üstü; ama diğer Afrika takımlarının aksine sürekliliği olan bir performans sergiliyordu. ABD ise takım oyununu yine iyi oynuyor ve erken yediği golle morali bozulsa da mücadelesine devam ediyordu. Beklenen gol ikinci yarıda gelince maç uzatmalara gitti ve Gana, A. Gyan'ın onca zorluğa rağmen yıkılmadığı pozisyonda golü bulup çeyrek finale yükseldi. ABD turnuvanın tat bırakanlarından biri olarak evine geri döndü. Siyah yıldızlar ise bir kıtanın arkasında olduğunu bilerek ve tüm umuduyla çeyrek finale yükseldi. Çeyrek finalde Uruguay ile karşılaşacak Gana, eğer her maç oynadığı futbolu oynarsa, Uruguay'ı geçerek, tarih yazabilir. Genel görüşün aksine Gana'yı eşleşmede en az Uruguay kadar şanslı görüyorum. Her ne kadar direkt etkisi olmayacak olsa da hakemin takdir haklarını artık ev sahibi diyebileceğimiz Gana lehine kullanacağını düşünüyorum. Ayrıca en az Uruguay orta sahası kadar savaşçı bir orta sahaya sahip Gana'nın orta saha üstünlüğünü ele geçirip atletik ve Ömer Üründül'ün sandığının aksine fundemental ı yüksek oyuncularla sonuca gidebileceğini düşünüyorum.
İngiltere - Almanya maçında, Almanya'nın gol bulamaması durumunda panik yapıp maçı kaybedebileceğini düşünüyordum; ama ilk 20 dakikalık baskılı oyunlarıyla, biraz Upson' ın hediyesiyle ve Klose'nin müthiş golcülük yeteneğiyle öne geçtiler. Bu pozisyonda maçı izlediğim mekanda birkaç masadan, bizim masa da dahil "ah Ferdinand olaydı, yedirirdi o topu Klose'ye" tarzı tepkiler olsa da Klose' nin de hakkını yememek lazım. Golden sonra da üstün oynamaya devam eden Panzerler, rahatlamak için aradıkları ikinci golü Podolski ile buldular. Bu dakikadan sonra İngiltere biraz daha baskılı oynamaya başladı ve bir duran top organizasyonunda golü buldu. Bu dakikalarda İngiltere baskılı oyununu sürdürse de, hakemin vermediği gol sebebiyle Almanya'nın böyle bir durumda formasının hakkını vererek tecrübeyle soğuk kanlılığını koruyabilcek mi yoksa demoralize olup maçı mı kaybedicek sorusunun cevabını bu maçlık bulamamış olduk. Maçın devamı "bir sürü açık veren İngiltere ve bunları değerlendiren Almanya" olarak özetlenebilir. Capello'ya rağmen bence bu maç 56 maçın en iyisiydi. İngiltere kötü futboluna devam edip artık takımda değişim vakti geldiğini kanıtlasa da Almanya gerçekten iyi futbol oynuyor. Bu futbolla kupayı kaldırmayı gerçekten hak ediyorlar; ancak (Alman Milli Takımı'na tecrübesiz diyeceğim için kendimi garip hissediyorum ama) tecrübesiz bir takım olmanın cezasını çekebilirler. Turnuvanın en genç takımlarından biri olarak eğer geriye düşerlerse demoralize mi olurlar yoksa gençliğin getirdiği açlıkla daha mı hırslı oynarlar bilemiyorum. Eğer ikincisi olursa kupadaki favorim Almanya.
Meksika - Arjantin maçında maalesef maçtan çok hakem hatası konuşuldu. Bu kadar bariz bir hatanın atlanması,tesadüf işte aynı gün diğer maçta çizgiyi 60 cm geçen bir topun gol değeri kazanmaması, hakemlikte televizyondan yararlanma tartışmalarını tekrar alevlendirdi. Ben bu konuda hangi tarafta olduğumu tam kestiremesem de hakem hatalarının futbolun rengi olduğunu düşünmüyorum. En azından gol çizgisi ile ilgili konularda kayıtlardan kesinlikle yararlanmalı; ama ofsaytlarda ne yapılmalı, bilemiyorum. Çünkü o zaman golden sonra ofsayt tartışılıp gol kararı geri alınabilir ama ya ofsayt olmayan pozisyonda hakem ofsayt derse ve hatalı olduğu ortaya çıkarsa? Her seferinde hakem atışıyla mı başlayacak oyun, yoksa her pozisyon, sonuna kadar devam ettirilip (2 metre ofsayt olsa da) sonrasında mı "hmm ofsaytmış" denecek. Bunlar yüzünden sadece top çizgiyi geçti mi geçmedi mi tartışmalarında kullanılabilir kayıtlar. Diğer konularda video kullanımı oyunun akıcılığını bozar gibi geliyor bana çünkü. Maçı Metallica konserinde olduğum için seyredemedim o yüzden maçtan bahsetmeyeceğim. Zaten Arjantin, favori olduğu maçı kazandı ve beklendiği gibi Almanya'nın rakibi oldu. Arjantin çok organize olmasa da organize olmadan Dünya Kupası 2010'u kazanacak bir kadro kalitesine sahip. Bu yüzden kendisinden çok daha organize bir takım olsa da Almanya'ya zorluk çıkaracaktır elbet. Hem "Messi var olum daha ne" de yeterince somut bir kanıt. Ancak grup maçlarında Arjantin'in yaşadığı problemler bana Almanya'nın daha şanslı olduğunu düşündürüyor.
Hollanda - Slovakya maçı 100 kere oynansa 100'ünü de Hollanda kazanırdı. Hollanda, ilginçtir çirkin ama sonuca yönelik bir futbol oynuyor. Bu anlayışlarında da şimdiye kadar çok başarılıydılar. Maçta da hızlı çıktıkları bir pozisyonda, üstün ırka mensup "aryen" Robben golü buldu. Pat diye düşürdüler oyunun temposunu. " Nasıl olsa sıkıştırırız bir ara ikinci golü de; şimdiye kadar hep böyle olmadı mı zaten?" dercesine oynuyordu Hollanda. Haklıydılar da. İkinci golü biraz geç de olsa buldular ve rahatladılar. Sonrasında Slovakya penaltıdan golü buldu ama bu hiçbir şey ifade etmiyordu. Slovakya adına turnuvanın en büyük hayal kırıklığı Marek Hamsik. Hiçbir maçta takımına vites yükselttiremedi ve çok sıradan oynadı. Hollanda çok rahat bir şekilde çeyrek finale yükseldi. Ancak şimdiye kadar çok matah bir takımla oynamadıklarını söylemek lazım. Türkiye'nin 2002'deki eşleşmeleri kadar olmasa da (Çin-Kostarika-Japonya-Senegal; Brezilya ile iki kere oynadık ikisinde de yenildik zaten) çok da güçlü olmayan rakiplerle oynayarak geldiler çeyrek finale. Ama onlar da her kupanın favorisi Brezilya ile eşleştiler. İşleri kolay olmayacak çeyrek finalde ama neredeyse her dünya kupası çok iyi oynayıp kupa kaldıramayan Hollanda; çok da iyi oynamadığı, en azından göze hoş gelmeyen bir futbol oynadığı dünya kupasını kazanırsa, çok ilginç olur. Bir yandan sevinirim; lakin eski anlayışıyla,o göze hoş gelen futboluyla kazanmasını tercih ederim. Brezilya karşısında Hollanda'yı daha şanslı görüyorum. Çünkü Brezilya orta sahasında Ramires de Elano da yok. Bu eksikliklerin Brezilya'yı etkileyeceğini ve her maç, sektirmeden aynı futbolu oynayan Hollanda'nın yarı finale oradan da Uruguay - Gana eşleşmesinin galibini yenerek finale yükseleceğini tahmin ediyorum.
Brezilya - Şili maçı, Brezilya - Fildişi maçının bir tekrarı gibiydi. Ortada giden bir 20-25 dakikadan sonra baskıyı kurmadan golü bulan ve golün ardından defansta bulduğu boşluklarla farkı açan bir Brezilya. Yine aynı şey oldu. Kornerde Juan ile öne geçtiler sonrasında devamı geldi. Ömer Üründül her ne kadar, " ben Şili'yi anlamadım niye böyle güzel oynamaya çalışıyorlar ki, anti-futbol oynasalar ya" tarzı açıklamalarına İspanya maçından sonra da devam ederek beni kıl etse de, o maçtaki agresifliklerinin çok pahalıya mal olduğu bu maçta ortaya çıktı. Matias Fernandez ve Ponce'nin eksikliği bariz bir şekilde hissediliyordu. Şili, yine iyi oynadığı maçı kaybetti. Brezilya'da Dani Alves orta sahada sırıttı. Ramires'in skor 3-0 ken sarı kart görerek cezalı duruma düşmesi tam bir embesillik örneğiydi. Elano'nun eksikliğinin göze çarpması ise beni bir Galatasaraylı olarak gururlandırdı. Şili turnuvaya en çok renk katan takım olarak hafızama kazınırken, Brezilya yoluna devam etti ancak orta sahadaki eksiklikleri ile Hollanda karşısında başarılı olabileceklerini düşünmüyorum. Takım halinde çok iyi savunma yapsalar da orta sahadaki Ramires-Elano eksikliğinin takım halinde savunma ritmini bozacağını düşünüyorum.
Paraguay - Japonya maçını takip edemedim. İyi ki de edememişim. Çok sıkıcıymış arkadaşlarımdan ve basından öğrendiğime göre. Zaten bu maçla ilgili konuşacak pek bir şey yok. Paraguay çeyrek finale çıksa da İspanya onları evlerine geri göndereceği için Paraguay'ın ilerideki şansını da değerlendirmeye gerek yok gibi geliyor. İyi bir gruba düştüler ve iyi defans yaptılar. Paraguay Hollanda'nın oynadığı futbolun daha başarısız versiyonunu oynuyor. Yine göze hitap etmese de sonuca yönelik. Ama yine de bir İsviçre sendromu daha yaşanmazsa, ki hiç sanmıyorum, İspanya yarı finale yükselen takım olacaktır.
İspanya - Portekiz maçıyla ilgili akılda kalan şey Real Madrid'li Cristiano Ronaldo'nun Barcelona ağırlıklı İspanya kadrosuna iki el clasico'dan sonra üçüncü kez yenilmesiydi. İspanya zaten favoriydi ve maçta üstün oynayan taraftı. Çeyrek finali de sonuna kadar hak ettiler; ama Ronaldo'nun kupayı Kore maçı hariç iyi oynayamadan kapatması akıllarda kalacaktır. 2009 Avrupa basketbol şampiyonası gibi oldu biraz İspanya'nın durumu. Turnuvadan önce herkes tarafından favori gösteriliyordu. Hatta bahis sitelerinde Avrupa Şampiyonası'nı kim kazanır bahislerinde iki şık vardı ve oranları eşitti: İspanya ve diğer. Dünya kupasına da gelirken bu kadar farkla olmasa da favoriydi İspanya. Ne yaptı İspanya o turnuvada. İlk turda 4 takımlı gruptan ancak üçüncü olarak çıkabildi. Daha sonra ikinci turda 6 kişilik gruplarda (hatta ilk maçta Türkiye'ye de yenildi) ve 4. olarak son anda çeyrek finale yükselerek diğer grubun birincisi Fransa ile karşılaştı. Daha sonra ne yaptı peki? Gittikçe yükselen formunu önce çeyrek finalde yükseltti (20 fark attı), yarı finalde bir vites daha yükseltti ( Yunanistan'a 18 sayı fark attı), finalde ise antrenman maçı oynar gibi rahat bir şekilde galip geldi.(Sırbistan'a 22 sayı fark attı) Ben dünya kupasındaki İspanya'yı o İspanya'ya benzetiyorum. İlk maçta mağlup olmasına ve oynadığı futbolla eleştirilmesine rağmen, İspanya'nın performansını gittikçe arttıracağına ve kupaya ulaşabileceğine inanıyorum.


Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, benim yarı final maçlarım Uruguay-Hollanda, İspanya-Almanya. İspanya-Almanya farklı eşleşmelerde olsa finalin İspanya-Almanya finali olacağını söylerdim ama buradan sonra Hollanda'nın rakibi kim olur hiçbir fikrim yok. Gerçi tahminlerimde şimdiye kadar başarılı olamadım. O yüzden tahmin yapmayıp, güzel eşleşmelerin keyfini çıkarmak daha mantıklı sanırım.

24 Haziran 2010 Perşembe

Maç İzlenimleri #33: G.Afrika - Fransa


Maçtan önce, Uruguay'ın Meksika'yı yeneceğini, çünkü grup ikincisinin Arjantin'le oynayacağını, Uruguay'ın ise bunu göze alamayacağını, Fransa'nın da Güney Afrika'yı yenerek ikinci turda Arjantin'in rakibi olacağını söylemiştim. Bunun için en büyük nedenim, Fransa kadrosunda çıkan önce Nicolas Anelka olayı (Domenech'e "siktir git orospu çocuğu" dedi diye kapak oldu l'équipe'e ve sonrasında federasyonun aldığı kararla kamptan kovuldu) daha sonra Evra önderliğinde maçtan önceki gün antrenmanı boykot etme olayıydı. Galatasaray'ın paralar ödenmediğinde, yönetimle ilgili bir sorun olduğunda, teknik direktör ile ilgili bir sorun olduğunda, kısacası herhangi bir sorunda kenetlenerek başarı elde etmesine o kadar alışmışım ki, bu olaylardan sonra Fransız oyuncular kenetlenir ve canlarını dişlerine takarak oynarlar diye düşünmüştüm. Gazla her şeyi yapabilecek Türk milletinin gücünü küçümsemişim. Meğer bu durum bir tek bize mahsusmuş.

Fransa gerçekten çok kötü bir turnuva oynadı. Domenech, Gignac ve Cisse ile başladığı son maçta bile, Gignac'ı sağ kanada hapsederek tek forvet oynayabilmeyi başardı. Tüm maçlarda bence tek forvet oynayamayacak adamlarla tek forvet oynamaya çalışmasının sıkıntısını çeken Fransa, son maçta da aynı sıkıntıyı yaşadı. Fransa'nın bu dünya kupasında 2002'den tek farkı, sıfır çektiği 2002'nin aksine bir gol bulabilmesiydi.

Maça dönecek olursak, Fransa yine kötü başlamadı oyuna; ama dakika 20'de kendisine yakışmayacak bir hatayla golü G.Afrika'ya hediye etti Lloris. Daha sonra 26'da Gourcuff, inanılmaz haksız bir şekilde kırmızı kart görünce zaten morali bitik Fransa hepten çöktü. Mphela 37'de durumu 2-0 yapınca, acaba G.Afrika çıkabilir mi gruptan gibi şeyler dolanmaya başladı kafalarda. Ama inanılması güç bir şekilde kalecisi de dahil tüm G. Afrika dalga geçer gibi vakit geçirmeye çalışıyordu. 2 gol daha bulsalar Uruguay kazandığı için, ikinci olarak gruptan çıkacaklardı ama prestij maçı oynar gibi oynadılar. Beni çıldırttılar. Yok yani kapasitesi o kadar falan gibi bir durum da yok. Kaleci zaman geçiriyordu bildiğimiz. Neyse ikinci yarıda da rölantiye alınmış bir futbol vardı. Malouda Fransa'nın turnuvadaki ilk ve tek golünü atıyorsa da takım umutlanmayı aklından bile geçirmedi ve maç 2-1 Güney Afrika'nın üstünlüğüyle sona erdi.

2006'nın finalisti ilk turda elenirken, Dünya Kupası tarihinde bir ilk yaşanıyordu: Ev sahibi takım 2. tura yükselememişti. Bir diğer konu ise Domenech'in Pareira'nın elini maçtan sonra sıkmayı reddetmesiydi. Zaten dünyanın en antipatik adamı sıralamasında ilk üçe rahat girebilecek bir adamın bir de böyle zavallı bir hareket yapması, Pareira tarafından "zavallı Domenech" açıklamasıyla karşılandı. Fransa bu turnuvadan sonra Laurent Blanc' la yeni bir sayfa açıyor. Blanc çok şanslı çünkü, beyaz sayfa açmasına kimse bir şey diyemeyecek ve baskı görmeksizin takıma kimi isterse onu çağıracak. Domenech'ten daha kötü olamayacağı bilindiği için işi kolay gibi gözüküyor Blanc'ın.

Maçın adamı: "Steven Pienaar" Sonunda Pienaar takımının liderliğini üstlendi; ama biraz geç oldu. Atakları yönlendiren isim olan Pienaar, iyi ara paslar verdi. Gerektiğinde dribblinglerle de Fransa kalesini zorlayan Everton'lı maçın yıldızıydı.

Maçın hayal kırıklığı: "Andre Pierre Gignac" Gerçi adamın suçu değil galiba. Domenech onu sağ kanada yapıştırınca hiç bir etkinlik gösteremedi. Onlarca kez izledim Gignac'ı. Hatta sadece onu izlemek için izlediğim bir sürü Toulouse maçı var. O yüzden Gignac'ı iyi bir teknik direktörün nasıl oynatabildiğini biliyorum. Yine de Gignac, David Villa'nın Honduras maçında sol kanatta yaptığı gibi iyi bir iş çıkarabilirdi ama takımına ayak uydurdu ve sahanın en kötüsü oldu.

Maçın seyir zevki: "3/10" Ben maçı izlerken, G.Afrika zaman geçirmeye çalıştıkça delirdim. O yüzden maç benim için çok sinir bozucu geçti. Maçta üç gol olmasına karşın, oynanan futbol beni kesinlikle tatmin etmedi.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Tarihe tanıklık etmek.. Yok böyle bir şey!



İnanılmaz. Dünya Kupası'ndaki favorimin maçını izlemememe ne sebep olabilirdi diye düşünsem, hiçbir şey aklıma gelmezdi sanırım ama varmış (gerçi sırbistan da yenildi, iyi ki izlememişim). John Isner ile Nicolas Mahut arasında oynanan Wimbledon birinci tur mücadelesi, setlerde durum 2-2 ve final setinde durum 59-59'ken güneşin batması ve yetersiz ışık sebebiyle, bir sonraki güne ertelendi. Salı günü başlayan mücadele 3 saat sürdükten sonra bugüne ertelenmişti. Bugünse final seti 7 saat sürdü ama tamamlanamadı. Fransız tenisçi Mahut, bitik gözüken rakibine nazaran çok daha diri ve enerjik gözükerek şaşkınlıktan tüylerimi diken diken etse de, Isner son sette durum 33-32 iken ve 59-58 iken maç puanı kullanma şansı yakalamıştı. İki tenisçi de kararan havaya rağmen devam etmek istediler; ancak hakem buna izin vermedi.

Daha önceki en uzun maç 6 saat 35 dakika ile 2004 Fransa Açık'da Fabrice Santoro ve Arnaud Clement arasında oynanmıştı. Isner ile Mahut arasında oynanan maçın sadece final seti bile şimdilik 7 saatle en uzun maçtan daha uzun sürdü (sürmeye de devam edecek). Toplamda da 10 saattir oynanan maç için, ben söyleyecek bir şey bulamıyorum gerçekten. Skorbord bile bozuldu maçta. Nasıl bozulmasın ki ama, 59-59 gibi bir sonuç gösterme fonksiyonu neden olsun ki? Basketbol skorbordu olsa anlarım ama değil.

Normalde Grand Slam'ler dışında (Amerika Açık hariç) maçlarda tie-break uygulaması var. Ancak Grand Slam'lerde final setinde tie-break uygulanmıyor. Yani teoride maç sonsuza kadar sürebilir. Pratikte de yaklaştı zaten aslında. Daha iki-üç hafta daha izleyebiliriz Mahut ile Isner'in mücadelesini. Çünkü mücadelede şimdiye kadar sadece birer kez servis kırıldı; o da final setinde değil. Isner'in 98, Mahut'un 95 ace yaparak, bir maçta en çok ace yapan oyuncu rekorunu da kırmaları zaten servis kırmanın ne kadar imkansıza yakın olduğunu gösteriyor (daha önceki rekor 51 ace ile Daniele Bracciali'ye ait). Kısaca son sette servis kıran kazanacak. Benim favorim eğer maç devam edebilseydi Mahut idi ama yarın ne gösterir bilemiyorum.

Maç İzlenimleri #32: İspanya - Honduras

Maç 10-0 bitse kimse " bu ne arkadaş, adamların her geldiği gol oldu" diyemezdi. Çünkü İspanya 15 civarı gol pozisyonuna girdi. Şili maçında da kalelerinde onlarca pozisyon görmesine rağmen sadece 1 gol yiyen Honduras, büyü mü yaptırmış nedir, son maça gelirken normal gözüken -3 averaja sahip.

Maç başlar başlamaz İspanya üstünlüğü ele geçirdi. İlk çeyrekte iki net pozisyona giren ancak bunları gole çeviremeyen İspanya, aradığı golü dakika 17'de David Villa ile buldu. Ömer Üründül'e göre David Villa'nın geriye pas vermeyerek hata yaptığı gol (hey allahım), turnuvanın en güzel gollerinden biriydi. Daha sonra İspanya, özellikle Torres'le birçok gol pozisyonuna girmesine rağmen golü bulamadı ve ilk yarı böyle bitti.

İkinci yarı da aynı ilk yarı gibiydi. Yine maçı tek kale oynayan İspanya ve yine savunma yapmaya çalışan ama bunu bile pek beceremeyen Honduras. Zaten kötü oynayan takımda tek gol umudu David Suazo'da berbat oynayınca, Honduras kaleyi bulan tek şut atamadı. İspanya ise aradığı ikinci golü dakika 51'de yine Villa ile buldu. Daha sonra bir de penaltı kazanan İspanya'da Villa penaltıyı kaçırınca hat-trick yapma fırsatını da kaçırmış oldu. Kalan dakikalarda etkili oyununu sürdürse de İspanya şansızlığını kıramadı ve başka gol bulamadı.

Son maçlara gelirken, İspanya'nın elenme ihtimali var. Ancak Şili'yi yendiği takdirde gruptan çıkacak olan İspanya, muhtemelen İsviçre Honduras'ı yeneceği için, berabere kalırsa turnuvaya veda edecek. İsviçre farklı yenerse ve kendi az farkla yenerse ikinci olacak İspanya ise ikinci turda çok büyük ihtimalle Brezilya ile karşılaşacak ve henüz ikinci turda "erken final" izleyeceğiz.

Maçın adam: "David Villa" Milli takımla çıktığı 60 maçta 41 gol atarak inanılmaz bir istatistiğe sahip olan ve İspanya'nın en golcü oyuncusu olan Villa bu maçta da attığı iki golle yıldızlaştı. Sol kanatta oynamasına rağmen iki gol bulmayı başaran Villa, penaltı kaçırdıktan sonra konsantrasyonunu kaybetse de maçın yıldızıydı.

Maçın hayal kırıklğı: "Fernando Torres" El Nino, sakatlığın etkilerini üzerinden atamamışa benziyor. Girdiği pozisyonlarda topu auta yollayan, atılan pasları ezen Torres'in Nobre'den farkı yoktu. Orta sahadan gelen paslarla beslenmesine rağmen, gol atmayı başaramadı. Benim taa Atletico Madrid'den çocukluğunu bildiğim Torres, İspanya kupayı istiyorsa kendine gelmek zorunda.

Maçın seyir zevki: "8/10" Tipik bir İspanya maçıydı yine. İsviçre maçından tek farkı, karşısında defans yapmasını da kontra atağa çıkmasını da bilmeyen bir takım olmasıydı. Yine bir çok gol pozisyonu vardı, ama sadece iki gol çıktı. Umarım İspanya gruptan çıkmayı başarır, çünkü İsviçre'nin İspanya'nın önünde çıkması "savunma futbolunun" göze hoş gelen "hücum futboluna" galip gelmesi demek olacaktır.

PS: Hakem tarafından görülmese de rakibinin suratına vuran Villa'nın ceza alma ihtimali var. Durumu hakem raporundan sonra belli olacak Villa, eğer ceza alırsa en az 2 maç takımını yalnız bırakacak.

Maç İzlenimleri #31: Şili - İsviçre

Şili bu turnuvada benim favorilerimden biri. Hatta izlediğim tüm takımlar arasında en iyisi. Çok genç bir takım olmalarından mütevellit, tek maçlarda tecrübesizliğin kurbanı olmazlarsa, kupayı kaldırabileceklerini düşünüyorum. Şili'nin turnuvadaki bu performansı herkesin söylediğinin aksine sürpriz değil. Dünya Kupası Güney Amerika elemelerinde 18 maçta 33 puan toplayarak Brezilya'nın sadece bir puan arkasından ikinci olarak Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanmışlardı.

Maça gelecek olursak, sahada yine çok iyi mücadele eden, tempolu, mekanik olmayan ve göze hoş gelen top oynayan bir Şili, karşılarında ise yine oynamaktan çok oynatmamayı düşünen ve kontra ataklarla gol arayan bir İsviçre vardı. Maça Şili iyi başlasa da katı İsviçre savunmasna karşı pozisyona girmeyi başaramıyordu. Sonrasında, İsviçre bence haksız bir şekilde 10 kişi kaldı. Behrami dirsek attığı gerekçesiyle kırmızı kart görünce, Şili daha etkili gelmeye başladı. Yine de uzaktan şutlar dışında gol bulamayan Şili devre arasına beraberlikle girdi.

İkinci yarıda İsviçre "Çanakkale geçilmez" savunmasını yapmayı sürdüyor ve bir puan için mücadele ediyordu. Bu mücadelelerinde haklıydılar çünkü bir puan, son maçta Honduras'ı yendikleri takdirde onları 2. tura çıkaracaktı. Şili kanat organizasyonlarını sıklaştırsa da İsviçre savunmasını bir türlü aşamıyordu. Aradığı golü bitime 15 dakika kala Mark Gonzalez ile bulan Şili öne geçti. Bu dakikadan sonra, işin çok büyük ihtimal averaja kalacağını düşündüğüm grupta, Şili'nin geri çekilmesini anlayamadım. Zaten böyle iyi hücumcu takımların, geri çekildiklerinde yeterince iyi savunma yapamadıkları için gol yedikleri çok sık görülür. O golü az daha yiyorlardı. İsviçre son dakikalarda Eren Derdiyok'la o golü atsa, lider olarak gruptan çıkmayı neredeyse garantileyecekti; ama olmadı, ve maç 1-0 Şili'nin üstünlüğü ile sona erdi. Maçta dikkat çeken başka bir husus, hakem Halil El Hamdi'nin maçta, söylemesi ayıp, ota boka kart çıkarmasıydı. Toplamda dokuz sarı bir de kırmızı kart çıkaran ve oyunun seyir zevkini azaltan hakeme birisinin kart göstermekle maçın kontrolünü sağlayamayacağını söylemesi lazım.

Son maçlara girerken, benim canımı en çok sıkan grup bu. Çünkü ya benim favorilerimden biri Şili ya da oynadığı futbolla ben de dahil herkesin hayranlığını kazanan İspanya çok büyük ihtimalle elenecek. Honduras'ı iki farklı yenerse diğer maçın sonucu ne olursa olsun 2. tura yükselecek İsviçre. Umarım Honduras bir sürpriz yapar da biz de 2. turda hem Şili'yi hem İspanya'yı izlemenin keyfini çıkarırız.

Maçın adamı: "Mauricio Isla" 3-4-3 veya 3-5-2 oynayan takımlarda en önemli elemanlar wing-back'lerdir. Mauricio Isla bir kanat bekin nasıl oyanaması gerektiğini gösteren bir maç oynadı. Gerektiğinde savunmada son adam olarak gördük onu, gerektiğinde çizgiye inip orta açan adam olarak. Sahanın her yerindeydi.

Maçın hayal kırıklığı: "Humberto Suazo" Uzun süreli sakatlıktan yeni çıkmış olan Suazo, benim en beğendiğim forvetler arasında olsa da etkili gözükmedi. Sakatlığın etkilerini üzerinden atamadığı her hareketinden belliydi. Normalde hem adam çalımlayabilen, hem de uzaktan şutlarla etkili olabilen, komple bir forvet olan Suazo, öyle etkisizdi ki Bielsa ona sadece 45 dakika dayanabildi.

Maçın seyir zevki: "5/10" İsviçre'nin çok iyi savunma maçtığı maçta, bol pozisyon izleyemedik. 2006 Dünya Kupası'ndan beri 550 dakikadır gol yemeyen İsviçre, 75. dakikada yediği golle İtalya'nın rekoru olan 551 dakikayı geçemedi ve tarihe geçme fırsatını kaçırdı. 10 kişi kalmasına rağmen oyun felsefesinden hiç vazgeçmeyen İsviçre futbol adına doğruları sahaya yansıtsa da seyir zevkini azalttı. Zaten maç sonu istatistiklere baktığımızda, kaleyi bulan şutu olmaması, İsviçre'nin nasıl bir anlayışla oynadığının göstergesiydi.

22 Haziran 2010 Salı

Dünya Kupası tahminleri


Henüz 31 ve 32. maçlar olan Şili-İsviçre ve İspanya-Honduras maçlarına yazımı yetiştiremedim. Biraz geç oldu ancak son maçlar öncesi (A grubu maçları yarım saat sonra başlayacak) gruptan sırayla kimler çıkar, sonrasında eşleşmelerde kimler kazanır ve sonunda kupaya kim ulaşır, belki belirtmek isterseniz tahmin ligi tarzı bir şey yaparak sizlerin de fikirlerinizi almak istedim.Bugünden (A grubu ve B grubu belli olduktan sonra da olabilir önemli değil) tahminlerinin tamamı doğru olan kişiye bir Beatles albümü hediye edeceğim.

A grubu: Uruguay-Fransa
B grubu: Arjantin-G.Kore
C grubu: İngiltere-ABD
D grubu: Almanya-Sırbistan
E grubu: Hollanda-Japonya
F grubu: Paraguay-İtalya
G grubu: Brezilya-Portekiz
H grubu: Şili-İsviçre

Uruguay-G.Kore
Arjantin-Fransa
İngiltere-Sırbistan
Almanya-ABD
Hollanda-İtalya
Paraguay-Japonya
Brezilya-İsviçre
Şili-Portekiz

Hollanda-Brezilya
Uruguay-Sırbistan
Arjantin-Almanya
Paraguay-Şili

Hollanda-Sırbistan
Almanya-Şili

Sırbistan-Şili

Şili



Bu benim tahminim. Tahminlerimden veya http://www.marca.com/deporte/futbol/mundial/sudafrica-2010/calendario-english.html bu linkten eşleşmeleri takip edebilirsiniz. Eğer 3. maçlardan sonra gruptan çıkan takımlar olursa tekrardan ikinci tur- çeyrek final-yarı final- final tahmin ligi yaparız. Nasıl olsa çok eğlenceli.

Maç İzlenimleri #30: Portekiz - Kuzey Kore

Ömer Üründül'ün İspanya maçında daha güzel kelimelerle ifade ettiği şeyi söyleyerek başlayayım yazıya: "Kuzey Kore kendini bir bok zannedip anti-futbol yerine pozitif futbolu tercih edince Portekiz onların ağzını kırdı." "Adam haklı beyler" demek isterdim, ama yine değil yine değil. Kuzey Kore maça Brezilya'ya karşı oynadığından çok daha agresif çıktı. Brezilya'ya attıkları golden sonra özgüvenleri yerine gelmişti ve bu özgüvenle oynadıkları için çok daha etkili oynadılar ilk yarıda. 26. dakikada Meireles'in attığı golden sonra bile maç dengedeydi. Kore, en az Portekiz kadar pozisyon buldu. Golden sonra performanslarında biraz düşüş olsa da, metanetli davranmayı başardılar ve devreyi iyi oynayarak ve Portekiz'e kafa tutarak tamamladılar.

İkinci yarıya Portekiz daha iyi başladı. Maçın kırılma dakikası 53'tü. Simao golü bulunca, o demin bahsettiğim özgüvenle oynayan Koreliler bunu kaybetti ve dağıldılar. Yoksa 2-0'dan sonra "Brezilya'ya attık, Portekiz'e de atarız, belki çeviririz maçı" diye savunma güvenliğini elden bırakıp gol atmak için saldırma gibi bir durum olmadı Kuzey Kore'de. Aksine bu sefer beklentileri yüksek olan maçta iki farklı geriye düşünce hayal kırıklığına uğrayarak maçı bıraktılar. Portekiz ise hazır bulmuşken atabileyim atabildiğim kadar diyerek, ikincinin çok büyük ihtimal averajla belirleneceği grupta, üstünlüğü ele geçirdi. Portekiz adına, diğer maça oranla göze en çok çarpan şey, Hugo Almeida'nın varlığı oldu. Arkadan destek verecek Ronaldo ve Simao gibi adamların varsa eğer Hugo Almeida gibi ayakları üzerinde daha sağlam duran, Liedson'a nazaran daha Striker bir adamla oynamak çok daha mantıklıydı. Brezilya maçında da Liedson yerine Almeida'yı tercih etmesi daha muhtemel Queiroz'un.

Grupta son maçlardan önce Fildişi ile Portekiz arasındaki averaj farkı 9. Yani Fildişi ya Brezilya'nın Portekiz'i farklı yeneceğine güvenecek, ki Brezilya'ya grup liderliği için beraberlik yetiyor, ya da Kore'yi Portekiz'in yendiğinden daha farklı yenecek, ki bu da kolay gözükmüyor. Bu yüzden bence turnuvada Afrika adına iş yapabilecek tek takım, yüksek ihtimalle elenecek.

Maçın adamı: " Raul Meireles" Benim en beğendiğim futbolculardan biri olan Meireles, futbolu iki yönlü oynayabilmesi ve önündeki yıldızları çok iyi besleyebilmesi ile yine ön plana çıktı. Takımının ilk golünü atan, ikinci golün de asistini yapan ve bir bakıma maçı koparan isim olan Meireles, yıllardır"bu adamı Porto'ya yar etmezler, Arsenal alsın Arsenal" dediğim ama Porto'nun kesinlikle bırakmadığı bir oyuncu.

Maçın hayal kırıklığı: "Kuzey Kore" Onlarda genel olarak "ben değil biz" anlayışı hüküm sürdüğü için, tek bir koreliyi seçmek istemedim. Programı dünyanın her yerinde izleniyor zanneden sunucu ayağına yatayım, "mazallah Kim Jong Il blogumuzu okuyorsa, çocuğu asar"(galiba internete ulaşım yok Kore'de ama olsun, diktatör de ulaşıyordur heralde) diyerek maçın hayal kırıklığını tüm takıma paylaştırmış olayım.

Maçın seyir zevki: "8/10" Daha önceden de blogda bahsettiğim gibi 7-0'dansa 4-3'ü tercih ederim ama sonuçta gollü bir maç olması bile gol sıkıntısı yaşayan Dünya Kupası'na ilaç gibi geldi. Ronaldo'nun da milli takımda gol orucuna son vermesi, anti-ronaldocuları üzse de bence hak ettiği golü atmış oldu ve beni sevindirdi.

Maç İzlenimleri #29: Brezilya - Fildişi Sahili

"Efes One Love Festival"da olduğum için maçın bir kısmını kaçırdım ; ama orada da maçın bir bölümünü takip edebildim. Dünya kupası, güzel maç; insan birkaç yere ekran koyar değil mi ama, insanlar bir yandan müzik dinlerken, bir yandan da maçı takip edebilsin diye. Zaten fiyat performans oranının düşük olduğunu düşünüyordum One Love'ın, Dünya Kupası ilgisizliğiyle daha da soğudum. Neyse ama the ting tings güzeldi.

Festivali bir kenara bırakıp maça dönecek olursak, ilk 25 dakikada futbol kalitesine dair hiçbir şey yoktu sahada. İki takım da, kendilerinden beklenmeyen şekilde, çok pas hatası yapıyor ve pozisyona giremiyordu. Girdiği ilk pozisyonda Luis Fabiano klasını konuşturdu ve çok güzel bir golle takımını öne geçirdi. Golden sonra oyun biraz hareketlense de, ilk yarıda başka gol olmadı.

İkinci yarıya Brezilya iyi başladı. Dakika 51'de Luis Fabiano'nun müthiş hareketlerle üç kişiyi çalımlayıp attığı gol ilk görüşte aşık olunası gözükse de, golün tekrarını izlediğimizde Fabiano'nun topu önce eliyle sonra koluyla kontrol ettiğini rahatça gördük. Yine de çok estetik bir gol olduğunu kabul etmek lazım. Brezilya artık rahatlamıştı. Bu rahatlıkla çok rahat top çeviriyorlar ve oyundaki üstünlüklerini sürdürüyorlardı. Zaten dakika 62'de Elano takımının üçüncü, kendisinin turnuvadaki ikinci golünü kaydedip, Sambacıları tamamen rahatlatıyordu. Drogba attığı golle farkı ikiye indirip takımını ümitlendirse de kalan dakikalarda başka gol olmadı ve Brezilya gruptan çıkmayı garantiledi. Fildişi'nin gruptan çıkması ise mucizelere kaldı.

Maçın Adamı: "Kaka" Brezilya-Kore maçının hayal kırıklığı, bu maçta toparlanmışa benziyordu. İlk ve son golün asistini yapan Kaka, iyi oynadığında bir takımı tek başına taşıyabilecek kapasitede bir futbolcu olduğunu bir kez daha kanıtladı. Son dakikalarda Keita yüzünden haksızca atıldı, ama takım 2.tura çıkmayı garantilediği için Kaka'nın yokluğu Brezilya adına sorun yaratmayacaktır.

Maçın hayal kırıklığı: "Kader Keita" Genelde sadece performans üzerinden değerlendiririm maçın hayal kırıklığını ama, Keita'nın Kaka'yı oyundan attırmak için yaptığı şey bence ahlaksızlıktı. Galatasaray'da da böyle şeyler yaptığında çok kızdığım bir futbolcu olan ve bence zaten bu konularda sabıkalı olan Keita, güzel oyuna leke sürdü ve hayal kırıklığı yarattı.

Maçın seyir zevki: "7/10" Turnuvanın en zevkli maçı olmaya aday maçlar sıralamasında en üstlerde olan maç, beklentileri tam olarak karşılayamasa da gayet keyifliydi. Her iki tarafın da çok iyi oynayacağı tahmin edilen maçta, Brezilya futbol adına üzerine düşen görevi yaptı, ama Fildişi için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Maçın gollü geçmesi de seyir zevkini arttıran faktörlerin başındaydı.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Maç İzlenimleri #28: İtalya - Yeni Zelanda


Son şampiyon turnuvaya gelirken, tıpkı Fransa gibi favori gösterilmiyordu ve aynı Fransa gibi herkesi haklı çıkaran bir oyun sergilemeye devam ediyor. Günümüzde Stoke City'nin ve İngiltere Championship'teki takımların oynadığı gibi uzun toplarla çıkan, fizik gücüne dayalı bir oyun felsefesiyle mücadele eden Yeni Zelanda bu anlayışıyla İtalya'dan bir puan koparmasını bildi.

Motor daha yeni yeni ısınıyorken, savunmanın bir anlık hatasında golü kalesinde gördü Marchetti. Bu erken gol İtalyanları kendilerine getirdi; ama Yeni Zelanda gibi turnuvanın en zayıf takımlarından birine karşı bile oyunu domine edemediler. Üstün olan taraf İtalya'ydı evet ama iki orta sıra takımından gününde olanı gibi üstündü İtalya. Neyse ki hakem İtalya'nın yardımına koştu ve bence penaltı olmayan pozisyonda İtalya lehine penaltı kararı verdi. Penaltıyı gole çeviren Iaquinta takımına beraberliği getirdi. Top daha çok İtalyanların ayağındaysa da öyle ahım şahım bir üstünlüğü yoktu İtalya'nın. Zaten Lippi'de böyle düşünmüş olacak ki bir şeyleri değiştirme gereği duydu takımda ve devrede iki değişikliğe gitti. Bu değişiklikler takımın performansına olumlu yansıdı, ama baskısını arttırsa da İtalya aradığı golü bir türlü bulamadı ve turnuvanın rengi Yeni Zelanda ile berabere kaldı.

İtalya muhtemelen gruptan çıkacaktır. Ama birinci olarak 2. tura yükselmesi çok zor. Eğer grubunu ikinci olarak tamamlarsa, 2. turda İtalya'nın karşısına çıkacak takım Hollanda. İtalya, bu futbolla gruptan çıksa bile, Hollanda karşısında tutunamaz ve şampiyonaya veda eder gibi geliyor. O yüzden Lippi'nin, kadroda radikal değişikliğe gitmesi gerektiğini düşünüyorum.

Maçın adamı: "Mark Paston" Kariyerini ülkesinde Wellington Phoenix'de devam ettiren 34 yaşındaki kaleci, belki de kariyerinin en unutulmaz gününü yaşadı. Son şampiyon İtalya karşısında çok iyi oynayan ve birbirinden zorlu kurtarışlar yapan Paston, ilerde torunlarına anlatacağı bir performans sergiledi.

Maçın hayal kırıklığı: "Alberto Gilardino" Gerçi benim için hayal kırıklığı değil Gilardino'nun kötü performansı. Ben Gilardino'yu oldum olası sevmeyenlerdenim. Gol kralı olduğu dönemde bile çok matah bir tarafının olmadığını düşünürdüm, hala aynı fikirdeyim. Yeni Zelanda'ya karşı da hiç bir etkinlik gösteremedi. Zaten Lippi de ona sadece 45 dakika dayanabildi.

Maçın seyir zevki: "5/10" İtalya'nın geriye düştüğü ve eşitliği sağlamak için debelendiği dakikalar benim için çok keyifliydi. Golü bulduktan sonra Yeni Zelanda'nın direnişi de izlemeye değerdi. Futbol kalitesi açısından çok tatmin edici olmasa da heyecanlı bir maçtı.

Maç İzlenimleri #27: Paraguay - Slovakya

Bir Paraguay maçı gelse de şu fotoğrafı bloga koysam diyordum ne zamandır. Hakkında da konuşmaya gerek yok zaten fotoğrafın, her şey ortada. O yüzden ben futbola geçeyim. Paraguay, İtalya'nın favori gibi oynamadığı bir grupta, belki de beklediğinden de rahat ikinci tura yükselecek. Çünkü İtalya (büyük ihtimal ikinci olarak gruptan çıkacak ama) gol bulmakta çok zorlanıyor ve favori gibi oynamıyor. Slovakya, beklediğimden daha kötü bir Dünya Kupası geçiriyor. Yeni Zelanda desen, o da İtalya ile aynı puanda şuan ama Dünya Kupası'nda bir renk olmaktan öteye geçeceklerini sanmıyorum.

Maça dönecek olursak, Paraguay maçın tamamında Slovakya'dan üstün oynadı. Daha ilk dakikalardan baskı kurmayı başaran Paraguay, maç boyunca topun da sahibiydi. Bu vesileyle Slovakya'ya nefes aldırmadılar ve dakika 27'de Vera'nın mükemmel vuruşuyla öne geçtiler. Golü bulduktan sonra, topu ayağında tutarak rakibin atak yapmasına izin vermeyen Paraguay, ikinci yarıda da üstün oyununa devam etti. Tek farka rağmen, eminim Paraguaylılar maçı gayet rahat seyretmişlerdir, çünkü Slovakya kaleye bile yaklaşamıyordu. Maç herhalde böyle biter derken, Riveros 25 metreden çok güzel vurdu ve maçın skorunu belirledi. İki farklı kazanarak averaj hesaplarında da öne geçen Paraguay, matematiksel olarak garantileyemese de Yeni Zelanda ile berabere kaldığı takdirde, gruptan çıkacak. (büyük ihtimal de birinci olarak)

Puan durumuna baktığımda şöyle ilginç bir senaryo da gerçekleşebilir: Paraguay - Yeni Zelanda maçı gollü berabere biter, İtalya-Slovakya maçı da golsüz berabere biterse averajları ve puanları aynı olmasına rağmen, daha çok gol attığı için Yeni Zelanda 2. tura çıkan takım olur.(zor ama neden olmasın?)

Maçın adamı: "Enrique Vera" Orta sahanın dinamosu lafını hak eden adamlardan biri Vera. 31 yaşında olmasına rağmen çok etkiliydi. Gol vuruşu inanılmazdı. Hem hücumda hem defansta çok etkiliydi.

Maçın hayal kırıklığı: "Marek Hamsik" Dünya kupasından önce turnuvada patlama yapacak yıldızlar hakikaten tek tek patladı. Hamsik de bunlardan biri. Paraguay karşısında da maçı göz ucuyla takip etmiş olsam "Hamsik'i niye oynatmamış bu adam" diye sorardım herhalde kendime, çünkü sahada yokmuş gibiydi.

Maçın seyir zevki: "5.5/10" Gollerin ikisi de çok güzeldi. Özellikle Vera'nın son vuruşu, dünyada sayılı futbolcunun yapabileceği cinstendi. Sırf golleri görmek için bile izlenebilecek bir maçtı. Paraguay maçı domine etti. Bir ara topla oynama yüzdeleri 70'e 30'du. Oynayan bir Paraguay ve çaresiz kalan bir Slovakya vardı sahada.

Maç İzlenimleri #26: Kamerun - Danimarka

Maça hızlı başlayan taraf Kamerun'du. Danimarka, Hollanda karşısındaki sönük ve sinik futbolunu sürderecekmiş izlenimi bıraktı ilk çeyrekte. Eto'o, 11. dk'da takımını öne geçiren golü attı. Golü yiyen Danimarka ise kendine geldi ve rakip kalede tehlikeler yaratmaya başladı. Dakika 33'te Rommedahl'ın al da at dercesine verdiği pası gole çeviren Bendtner takımına beraberliği getirdi. Her iki takım da birçok pozisyona girse de ilk devre de başka gol olmadı ve takımlar soyunma odalarına 1-1 lik eşitlikle döndüler.

İkinci yarıya hızlı başlayan taraf Danimarka oldu. Tomasson'un yardımcı forvet olarak oynadığı çift forvetli sistemle daha iyi görünüyordu Vikingler. Onları kanattan besleyen Rommedahl, Gronkjaer gibi belki yaşları ilerlemiş ama yetenekli ve tecrübeli oyuncular olunca, çok daha üretken bir oyun sergilediler. Kamerun ise bir parlayıp bir sönüyordu. Orta sahadaki organizasyon eksikliği, Kamerun ataklarının bireysel yeteneklere bel bağlamasına sebep oluyordu. Zaten daha derli toplu bir görüntü çizen Danimarka, golü Rommedahl ile buldu. Golden sonra da üstünlüğü elden bırakmayan ve kalesinde önemli bir pozisyon vermeyen Danimarka gruptan çıkma yolunda umudunu sürdürürken, Kamerun matematiksel olarak turnuvaya veda eden ilk takım oldu.

Grupta, Hollanda ile birlikte 2. tura yükselecek diğer takım sadece Japonya-Danimarka maçına bağlı. Geleceği en basit gruplardan biri E grubu. Hollanda zaten birinci çıkıyor. Danimarka yenerse Danimarka, berabere biter veya Japonya kazanırsa Japonya yükseliyor 2. tura. Bana sorarsanız beraberlik ihtimalini yüksek gördüğüm için Japonya daha şanslı.

Maçın adamı: "Dennis Rommedahl" Ben daha çocukken, "Avrupa'nın en hızlı oyuncusu 100 m'yi 10 saniyenin altında koşabilen bir futbolcu, inanılmaz!" yorumları yapılan Rommedahl, beklenen patlamayı bir türlü yapamasa da 32 yaşında bir futbolcu için hala çok hızlı ve çok diri. İlk golü Bendtner'e attıran, ikincisini de kendi atan Dennis, maçın en etkili ismiydi.

Maçın hayal kırıklığı: " Bennoit Assou Ekotto" Aslında öyle çok da kötü bir futbol oynamadı. Sahanın en kötüsü de diyemeyiz belki ama, premier league'de öne çıkan bir sol beke göre kötü oynadı. Kendisinden beklenen tabiri caizse rakibin sağ kanadını otobana çevirmesi iken, o sıradan bir sol bek gibi oynadı ve sönük kaldı.

Maçın seyir zevki: "6.5/10" Danimarka maçı olduğu için, kötü bir maç izleyeceğim ön yargısıyla oturmuştum. Ama bol pozisyonlu, güzel ve tempolu bir maç oldu.