16 Ekim 2010 Cumartesi

9 Ekim 2010 Cumartesi

Deutschland Deutschland über alles!!

Genel olarak bloglara baktığımda değinilen konu haklı olarak kadro seçimi. Böyle durumlarda zaten her yerde bulunan şeyleri tekrar etmekten kaçınırım. Sonuçta farklı bir şey yazmayacaksam niye yazayım gibi bir anlayışım da var; ama kadro seçimine gerçekten inanamıyorum.

Şimdi kulüp takımları için ilk 11'leri eleştirirken şöyle bir mantık yürütürüm. "Adam sürekli takımla beraber. Neredeyse her gün beraber idmana çıkıyorlar. Futbolcunun ne yeyip ne içtiğini bile biliyor antrenörler. Ben daha mı iyi bileceğim o adamdan hangi oyuncuyu oynatacağımı?" Yanlış anlaşılmasın kulüp takımlarındaki anrrenörlerin ilk 11 tercihleri eleştirilmemeli tarzında bir şey demiyorum. Tabi ki eleştiriler olur, ama "lan bu adamı da oynatmıyorsan sen de adam değilsin" gibi ağır ithamlardan pek de hazzetmem.

Milli takıma gelecek olursak. Antrenör takım kadrosunu seçmek için ne yapıyor. Lig maçlarını izliyor. Kendi oyun sistemine uygun, formda oyuncuları kadroya çağırıyor. Şimdi benim bir futbol sistemim olmadığı için kendi sistemime göre kadro seçemiyorum ama Hiddink'ten çok lig maçı takip ettiğime eminim. O yüzden milli takım kadrosuna sallama hakkını kendimde layıkıyla görüyorum. ( Diyelim yok öyle bir hakkım, kim karışır lan benim blogum)

Ne diyor milli takımımızın teknik ekibi. " kendi oyun sistemimize uygun oyuncuları çağırıyoruz". Tamam çağırdın. Volkan Şen uymuyor senin oyun anlayışına (ne anlayışmış arkadaş) Mehmet Topal uymuyor (tamam hadi anladık). Ama yani takımın sol kanadına bir bakar mısınız? Arkada Sabri önünde Hamit. Euro 2008'de sağ kanadımızdaki ikili. Kenarda oturan adam İsmail Köybaşı. Takıma çağrılmayan adam, Türkiye'nin en formda sol beki İbrahim Üzülmez. Sabri, Galatasaray gibi herkesin her yerde denendiği bir takımda bile sakatlık dışında sol bek oynamadı yahu. Hamit gelmiş 30'una. Yeniden mi keşfedeceksin Hamit'i sol kanatta oynatarak. Yani yok süper bir sağ kanat oyuncun vardır. Onu oynatmak istersin ama Hamit'ten de vazgeçemezsin onu anlarım; ama Özer gibi kendi takımında sol kanat oynayan (Volkan Şen'den daha çok uyuyormuş Hiddink'in sistemine, hey allahım!) o da arasıra oynadığı zaman sol kanat oynayan bir adamı sağ kanada koymanın mantıklı bir açıklaması var mı merak ediyorum. Düşünüyorum, aklıma bir tek şu geliyor. Lahm çok iyi bindirmeler yapan bir adam, Hamit'in de defansif yönü kuvvetli. Hamit geriye yardıma gelir Lahm'ı tutmak için gibi bir şey tek açıklamam. Özer'i açıklayamıyorum ama kesinlikle.

İlk dakikalarda neyi gördük Milli Takım'ımızda, "önde basmak"tı taktik. Madem önde basacağız Halil'in orada işi ne. Azılı Alman savunmasından hava topu almak mı? Mertesacker'den kafa topu almak için Crouch olman gerekir. Zaten araya paslarla çıkmaya çalışıyoruz. Sercan nerede?

Aurelio sakatlandı. Tuncay'ı alabilirsin oyuna. Ama taktiğini değiştireceksindir o zaman alırsın Aurelio yerine Tuncay'ı. Nuri'yi Aurelio'nun yerine kaydırıp son haftalarda Avrupa'nın en formda adamlarından birini yemezsin defansın önünde.

Severim böyle afaki şeyleri o yüzden kurayım kendi kadromu hemen. İsteyen de kursun kendi kadrosunu yorum kısmında konuşalım dertleşelim.
Volkan-G.Gönül-Servet-Toraman-İ.Üzülmez, M.Topal-Emre-Nuri, Hamit-Volkan Şen-Mevlüt(Sercan)

Neyse bence hezimetten kurtulduk, güzel oldu 3-0. Mesut'u da tebrik etmek lazım taş gibi top oynadı gerçekten, maçın yıldızıydı. Golden sonra sevinmemesi  de o kadar ıslıklanmasına rağmen bence güzeldi. Mesut konusunda da bir şeyler yazasım var, bir ara yazacağım, ona şimdi girmeyeyim yazı Gılgamış destanına dönüşmesin.

"Oğuz Çetin'in takımı bu Hiddink bir el atsın... söylemi dünyanın en saçma söylemi. Adam takımın başına geleli aylar oldu takımı hala Oğuz Çetin seçiyor. Hiddink de kalkan görevi görüyor. Kimse sallayamaz tabi Hiddink'e, gelmiş geçmiş en başarılı milli takım antrenörlerinden biri olduğu için,oh Oğuz'da onun kalkanının altında teknik direktörcülük oynuyor.

Bu arada yenildik diye sallıyorum sanılmasın. "Kazandığımız maçları da nasıl kazandığımız belli zaten" diye bakan bir adamım. Belçika maçının ikinci yarısında da öyle "oh özlediğimiz takım bu" dedirtecek bir futbol oynamadık. Söylemesi ayıp bok gibi oynarken, vasat oynamaya başladık o da yetti işte. Böyle devam ederse sadece idare edebiliriz, dahası olmaz. Hiddink'ten umduğumuz o "sürekli kupalara katılan ve istikrar yakalamış milli takım" hayalimiz de yalan olur. İnşallah zamanla yanılırım.

8 Ekim 2010 Cuma

tövbe estağfurullah-2

internette dolanırken gördüm şimdi kanım dondu. 4 mart 2009'da çıkan radikal haberi.. "ampul tayyip dediler dünyaları karardı" diye. İnanamadım. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&Date=4.3.2009&ArticleID=924486


yani aslında çok da bir şey yazmayacağım. kanım dondu işte. "ülkenin 42% sini hapse mi atacaksınız yane?" gibi bir şeyle olayı basitleştirmeyeceğim kesinlikle ; ama ılımlı akp destekçilerinin bile bazen hafif çapta küfür ettiği bir siyasi kişiliğe benim yaşlarımda (19-20) birkaç üniversite öğrencisi ampül dediği için 11 ay 20 gün hapis cezası alıyorsa, afedersiniz sıçarım böyle sistemin içine. lan beni de almasınlar şimdi içeri.

5 Ekim 2010 Salı

Tövbe Estağfurullah

Martin Taylor, Axel Witsel, Marouane Fellaini, Barış Özbek, Tomas Ujfalusi, Nigel de Jong... Fotoğraflar için şimdiden özür dilerim ama durum gerçekten vahim gibi geliyor bana.

Arsene Wenger, Eduardo'nun bacağı kırıldıktan sonra yaptığı açıklamada, "böyle oyuncular için aslında kötü niyetle yapmamıştı tarzı açıklamalar yapılır. Bir insan eğer adam öldürürse, tek bir adam öldürmüş de olsa büyük bir ceza alır çünü ortada bir ölü vardır. Bu adamın futbol oynamasına izin verilmemeli. Eğer futbol buysa, yasaklayın şu oyunu!" demişti. Eğer yanlış hatırlamıyorsam yine bu tip ciddi sakatlıklar konusunda bir öneri yine Arsene Wenger'den gelmişti. Wenger, sakatlanan kişi sahalardan ne kadar uzak kalıyorsa, sakatlayan oyuncunun da en az o kadar zaman boyunca futbol oynaması yasaklanmalı, diye bir açıklama yapmıştı. 


Futbol oynarken yanlışlıkla arkadaşımıza bile zarar veremez miyiz? Tabiki veririz. Ama çok üzülürüz, "lan ne kayıyorsun geçsin işte" deriz kendi kendimize, pişman oluruz, moralimiz bozulur değil mi? Sırasıyla Taylor da Witsel de Barış da Ujfalusi de kırmızı kart sebebiyle hakeme itiraz etti. De Jong ve Fellaini de itiraz ederdi de hakem anlaşılması güç bir şekilde bu oyuncuları oyundan atmadı. Ama De Jong pişman değilim diyerek nasıl bir adam olduğunu göstermiş oldu. Ben bu katılaşmayı, hatta yabancılaşmayı bir seri katil serinkanlılığına benzetiyorum ve Arsene Wenger'e katılıyorum. Futbolu sert oynamakla, bir oyuncunun futbol hayatını bitirecek şekilde müdaheleler yapmak apayrı şeyler. Bu saydığım futbolcuların kasti şekilde çok sert müdaheleler yaptığı bir sürü başka maç var benim aklımda kalan. Mesela De Jong'un Xabi Alonso'ya Dünya Kupası Finali'nde yaptığı hareketi daha doğrusu uçurduğu tekmeyi hepimiz hatırlarız. Ujfalusi'nin Messi'ye yaptığının aynısını yaptığı başka iki maçtan kareler direkt olarak aklıma geliyor örneğin. Cana gibi Lugano gibi Mascherano gibi oyuncular ise oyunu sert oynayan ve "topa" sert giren adamlar. Ama kim Ujfalus'nin Messi'ye değil de topa vurmak için geldiğini iddia edebilir ki? 

Neyse ki Hollanda Milli Takımı'nın Bert Van Marwijk, De Jong'u bu hareketi sebebiyle kadroya çağırmadı ve en azından bana "oh aslan Marwijk" dedirtti. Bir şekilde cezalandırılması gerekiyor çünkü böyle adamların. Gerçekten futbolu bu adamlar oynayacaksa, durdurun şu oyunu.




3 Ekim 2010 Pazar

İlginç İlginç İşler



Keşke daha insani bir saatte yazsaydım. Böylece yazının yarısında "uykum geldi lan şu cümleyi de bağlayayım da yatayım" deme riskim azalırdı. Bahsetmek istediğim konuya girmeden önce bir not düşmem lazım. Böyle "dıdırıtdıtdıtdıtdıt i lov yu" diye çocuk telefonu müziği olur ya. Galiba bizim yan komşunun çocuğu öyle bir oyuncak telefonu bahçeye atmış. Alet de takılmış. Tam 9 saattir tekrar ediyor. İnanamıyorum pilinin bitmemesine. Bildiğimiz kafayı yiyeceğim. Neyse böyle şeylere kafamı yormayayım.

Şöyle boyumdan büyük bir laf ederek gireyim konuya ki dikkat çeksin. "Hayatımızın akışını alışkanlıklarımız belirliyor. Tabi alışkanlıkların iyisi var kötüsü var. Kitap okuma, alkol, sigara, diş fırçalama... Mesela dişini fırçalamadan yatamama alışkanlığı iyi bir şey, di mi? Değil işte. Arkadaşına gittin, orada kalacaksın. Yanında diş fırçan yok. Olmuş gece 2, eczane falan hak getire. Mecbur yatacaksın. Ama "dişimi fırçalamadan rahat uyuyamıyorum" insanıysan bu alışkanlık sorun teşkil eder. Gelmek istediğim yer, alışkanlıklarımız bizim zayıf noktalarımızdır. Aman diyim. Benim bir aforizmam var ilk ve tek aforizmam hatta ( umarım başkası daha önce söylememiştir ) "Her insan statükocudur." diye. Alışkanlıklarımızın zayıf noktalarımız olması ve onlardan vazgeçmemizin imkansıza yakın oluşu zaten her insanın statükocu olmasının sebebi.

İşin başka bir boyutu, alışkanlıkların bazen yabancılaşmaya bazen basitleşmeye sebep olması. Şöyle örnekleyeyim. İlkokulların tamamında her sabah andımız okunuyor. Tolga söylemişti geçenlerde. "Abi Türk-üm, doğru-y-um, çalışkan-ım, ilk-em, gibi geliyordu bana." demişti. Bana da öyle gelirdi açıkçası. Senede 200 gün okul var desek. Bir öğrenci hayatının %20'sini doldurmadan 1600 kere andımız okumuş oluyor. O 1600'ün de ya birinde ya ikisinde "lan biz her sabah ne okuyoruz böyle dur bir dikkat edeyim, özümseyeyim şu her sabah söylediğim şeyin ne anlama geldiğini" diyordur. Daha fazla da demesin zaten. Manyak olur çünkü. İstiklal Marşı'da aynı şekilde. Milli maçlardan önce güzel, özel günlerde güzel, ama şimdi Galatasaray'la Bucaspor oynamadan önce niye İstiklal Marşı var diye soruyor insan kendine. Ya da üniversiteye kadar her pazartesi-cuma İstiklal Marşı okunuyor? İstiklal Marşı'nı basitleştirmiş oluyoruz bence sadece. Andımız-İstiklal Marşı her sabah kalkınca çişini yapmakla neden aynı kefeye konuyor, anlayabilmiş değilim.

Bir de toplum olarak alışkanlık haline getirmediğimiz şeyler var. İlk aklım gelen ve son zamanlarda bana en çok batan yaya geçitlerinde istisnasız hiçbir arabanın durmaması. Şimdi "ya ben landın'dayken ay pardon londra'ydı di mi türkçe'de ahah, muhabbetine girmek istemiyorum ama, kazara bir londra'ya gittim ablamın yanına. Yaya geçidine yaklaşırken arabalar zıbank diye duruyor. Hatta bir kaç kere "lan dur birden yola fırlayayım yaya geçidinden" tarzı oyunlara giriştim, baya pat diye duruyor adamlar. Biz batının ahlaksızlığını almışız arkadaş (tam olarak "uykum geldi lan dur bağlayayım" burası işte) Yok yani şaka bir tarafa millet olarak değerleri çok basitleştiriyoruz. İstiklal Marşı, andımız'dan falan bahsetmiyorum yanlış anlamayın. Atıyorum sivil toplum kuruluşunda çalışanlar için " eheh idealist gençler " eylem yapanlar için "amaan hergün eylem var zaten yaaa", %58 evet çıkınca "yaa zaten insanlar mal eheh bak Aziz Nesin söylemişti" demekten öteye geçmek lazım. En azından yaya geçidinde durmayan arabayı millet olarak özümseyip alışkanlık haline getirmememiz lazım. Ben bunu bilir bunu söylerim.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Maç İzlenimleri #58: Gana - Uruguay

Sene 2005, İstanbul'daki şampiyonlar ligi finali... Devreye 3-0 önde girmiş Milan, Liverpool karşısında. Liverpool maçı 3-3'e getiriyor ve maç penaltılara gidiyor. Kazanan Liverpool. Sene 2008, Hırvatistan - Türkiye çeyrek final maçı. Hırvatistan dakika 119'da golü buluyor, ve hepimizin bildiği gibi Türkiye Semih ile 120+1'de eşitliği sağlıyor. Müthiş bir geri dönüş. Penaltılara gidiyor. Kazanan Türkiye... Daha onlarca örnek var aklımda sıralayabileceğim. Böyle maçlarda, mucizevi işlerden sonra maç penaltıya giderse, mucize lehine işlemiş takım penaltılarda kazanır. Bugün de böyle oldu. Dakika 120'de A. Gyan penaltıyı kaçırınca, yarı finale kimin çıkacağı belli oldu. Bunda etkili olan faktör moral-motivasyon falan da demek istemiyorum. Futbolun manitusu taraf değiştiriyor adeta.


Maça Uruguay çok hızlı başladı. İlk yarının ilk 20 dakikasında çok baskılı ve "biz demiştik abi Uruguay çok rahat yener" diyenleri haklı çıkaracak şekilde oynayan bir Uruguay vardı. Gana ise sahada varlık gösteremiyordu. Ne olduysa dakika 20'den sonra oldu. Gana oyunun üstünlüğünü ele geçirdi ve pozisyonlar buldu. Devre bitti derken Muntari'nin 35 metreden vurduğu top ağlarla buluştu ve Gana devre arasına önde ve mutlu giren taraf oldu. 


İkinci yarıda da üstün oynayan taraf Gana idi. Uruguay'ın Platini'si Forlan sahneye çıktı ve muhteşem bir gol attı. Gerçi üst düzey bir kaleci o topu öyle içeri almazdı ama Forlan'ın da hakkını yememek lazım. Forlan, benim yetişemediğim ama NTV spor sağ olsun belgesellerden takip ettiğim Platini gibi oynuyordu. Uzun paslar, oyun kurmalar, uzaktan şutlar, ara paslar... her şeyi yapmaya çalışıyordu Forlan sahada. Yine de üstünlük Gana'daydı. İnanılmaz atletik oyuncularıyla oyunun üstünlüğünü hiç bırakmadılar. Gol bulamasalar da birkaç pozisyona girmeyi başardılar ve kendi kalelerinde pozisyon vermediler. Maç uzadı. Bir istatistik vardı: Şimdiye kadar dünya kupalarında Afrikalı bir takım eleme usulü maçlarda uzatma oynamadan bir üst tura çıkamamıştı. Yine öyle olacaktı. Çünkü Gana üstün oynuyordu ve bu üstünlükle çıkmayı hak eden taraftı. Dakika 120'de Suarez gayet akıllıca elle çıkardı topu çizgiden. Sonuçta o noktadan sonra kırmızı yesen ne olur yemesen ne olur. Gerçi Suarez'in o sırada bu kadar da mantıklı düşündüğünü zannetmiyorum çünkü inanılmaz bencil bir oyuncu. Düşünmüş olsa, "lan kırmızı gördükten sonra takım kupayı kazansa kaç yazar. Ben gol kralı olayım da ne olursa olsun." mantığı güdeceğine eminim. Ama o refleksi Suarez'i kahraman yaptı. Çok kötü oynamasına rağmen takımını turnuvada tutan oyuncu oldu.
Futbol işte. Güzel oyun her zaman adaletli olmuyor. Gana'nın 100 dakika daha iyi oynadığı maçı Uruguay kazandı. Ben popstar'da kör adamı tutan adamlardan değilim. "Gana Afrika'lı ezilmişler yıllarca olum yazık kazansınlar" demediğimi belirteyim. Sadece bu kadar üstün oynayıp kazanamamaları beni bir sporsever olarak üzdü. A.Gyan'ın o kritik penaltıyı kaçırdıktan sonra penaltılarda ilk penaltıyı kullanması ise bir futbol güzelliğiydi. Ben hayatta alamazdım o riski gibi geliyor. Helal olsun adamlara.


Uruguay yarı finalde Hollanda ile karşılaşacak. Suarez'in yokluğunda Uruguay'ın daha fazla sıkıntı yaşayacağını sanmıyorum. En azından 3'e1 falan atak yakalarlarsa pas atmak yerine o bir kişiyi çalımlamaya çalışıp golü atmayı deneyecek bir bencil olmayacak sahada. Ama buna rağmen Hollanda çok daha şanslı. Çünkü Uruguay gruplarda oynadığı futbolun bile gerisinde şu anda. Aynı özveri ile oynamıyorlar. Bir de tüm Afrika'nın bedduası Uruguay'ı etkileyecektir.(beddua dediysem voodoo benzeri şeyler de olur) Bu yüzden Hollanda 80% finalde diyebiliriz.


Maçın adamı: "Asamoah Gyan" Sen şampiyon olmasan da... triplerine girmiş değilim. Ben böyle sağlam bir forvet çok az gördüm. Tek forvet oynayan ve arkadan az destek alan Gyan tek başına Uruguay savunmasıyla uğraştı. Omuz omuzaların neredeyse hepsini kazandı. Vursalar da yıkılmadı ve Drogbavâri bir oyun sergiledi. Çok kritik bir penaltı kaçırdıktan sonra ilk penaltıyı kullanması, zihinsel olarak maça ne kadar iyi hazırlandığını; yenildikten sonra ayağa kalkamayacak kadar ağlaması ise o kalıba rağmen aslında ne kadar duygusal bir adam olduğunu gösteriyordu. Adnan Polat Gana'yı Galatasaray'a getirecek diyordu birkaç gazete. Öyle bir şey olacaksa Gyan'la başlama taraftarıyım.


Maçın hayal kırıklığı: "Maxi Pereira" Uruguay'ın sisteminde önemli adamlardan olan Maxi aksayınca, takım da etkili olamadı. Savunmada da hücumda da yeterince etkili değildi. Hücuma çıktığında yanlış tercihlerde bulundu. Mücadeleci stilini sahaya yansıtsa da klişe tabirle bal yapmayan arı gibiydi. Suarez'den daha iyi oynadı aslında ama ne kadar kötü oynasa da turu takımına getiren adam Suarez olduğu için hayal kırıklığı Maxi Pereira oldu.


Maçın seyir zevki: "8.5/10" Çok güzel bir maçtı. Brezilya - Hollanda maçından kat be kat zevkli bir oyun seyrettik. Özellikle Gana'nın organize atakları, maçın seyir zevkini arttıran en önemli unsurlardandı. Forlan'ın Platini'liğe soyunması gibi maça tat veren etmenler de vardı. Zaten son dakikalarda da drama unsuru eklenince maçın heyecanı inanılmaz arttı. Turnuvanın akılda kalacak maçlarındandı.

2 Temmuz 2010 Cuma

Maç İzlenimleri #57: Hollanda - Brezilya

Ben maçta inanılmaz olan ne bir türlü anlayamadım. Bunu söyleyerek yazıya başlamak istedim. Tamam 1-0 'dan 1-2 oldu, işin içinde bir comeback var ama öyle supercomeback falan da yok. Ya da "Allah'ım Brezilya eleniyor mu ne? İnanamıyorum, gözlerime inanamıyorum"luk bir durum da yok. Yeni Zelanda- Brezilya maçı değil ki inanamıyorsun gözlerine.


Maçın ilk dakikaları dengede giderken, Brezilya Robinho'nun erken golüyle öne geçti. Tipik bir Brezilya maçı gibi başladı. Brezilya, ilk yarı baskılı bir oyun oynamamasına rağmen golü bulur. Daha sonra hemen bir tane daha sıkıştırırdı. Sonra da maç zaten kopardı. Bu sefer de öyle olacak gibi gözüküyordu. Brezilya oyunun kontrolünü elinde tutuyor, Hollanda'ya ise sefilleri oynamak kalıyordu. Diğer Brezilya maçlarından farkı, Hollanda'nın ikinci golü yememiş olmasıydı; evet belki gol yememişti ama gol atmaya dair herhangi bir girişimde de bulunmamıştı. Ama öyle Ömer Üründül'ün abarttığı gibi bir sürü gol pozisyonu da vermedi kalesinde Hollanda.


İkinci yarı aynı ilk yarı gibi başladı. Her iki takım da oyunu rölantiye almış gidiyordu. Hollanda'da biraz daha kıpırtı olsa da yeterli olmayacağı çok açıktı. Ama Juventus'un bombası, bidonların bidonu yine patladı. Halbuki oynadığı ilk iki maçta gayet normal oynayarak beni şaşırtmıştı ve bu maçta da golün asistini yapmıştı. Ama bence açık ara farkla dünyanın en iyi kalecisine bile o golü yedirmeyi başararak kariyerine bir mallık daha eklemiş oldu. Skor eşitlendikten sonra Hollanda kendine geldi, Brezilya ise demoralize oldu. Böyle olunca da Hollanda baskısını arttırdı.  Robben'in etkili oyunuyla yüklenen Hollanda golü kornerden buldu. Kuyt'ın çok güzel aşırttığı topu Sneijder ağlara yolladı ve takımını öne geçirdi. Hollanda, neredeyse adam gibi pozisyona girmeden iki gol bularak öne geçti. Daha sonra "takımına daha fazla zarar veremez herhalde dediğim" Melo, kendi sınırlarını bile zorladı ve Robben'in üzerine basıp çok gereksiz bir kırmızı kart gördü. Bu dakikadan sonra Brezilya'nın toparlanması çok zordu.
Ben maçtan önce Hollanda'nın kazanacağını tahmin ediyordum. Zaten Hollanda daha zayıf rakiplere karşı da öyle inanılmaz pozisyonlara girerek kazanmadı, genelde bir gol atıp sonra üzerine yatıp sonlara doğru bir tane daha atıyorlardı. Ama açık konuşmak gerekirse, bu kadar etkisiz oynayacaklarını da tahmin etmemiştim. Bidon olmasa kazanacakları da yoktu zaten. Brezilya da öyle ahım şahım top oynamadı ama az farkla da olsa maçı kazanmayı hak eden taraftı. Neyse Hollanda kaç turnuvadır çok güzel oynayıp eleniyordu, karma devreye girdi diyelim. 


Hollanda yarı finalde Gana - Uruguay maçının galibiyle oynayacak. Bu bakımdan finale çok yakınlar. Eğer Uruguay yarı finale çıkarsa Brezilya'ya karşı çok zorlanacaktı; ama Hollanda karşısında daha rahat oynayacaktır. Yine de diğer taraftan kim gelirse gelsin, Hollanda final için daha şanslı. Maçta benim dikkatimi en çok çeken şeylerden biri ise van Marwijk'in tek oyuncu değişikliği yapması oldu. Ya gol yersem korkusuyla, ne sarı kart görürse yarı finalde oynayamayacak Robben'i ne de Sneijder'i dinlendirmeyi düşündü. Sadece zaten iyi oynamayan van Persie yerine Huntelaar'ı almakla yetindi. Umarım Hollanda 4 gün sonra yapacağı maçta bunun sıkıntısını yaşamaz. Nigel de Jong yarı finalde yok ve büyük ihtimalle yerine oynayacak olan kişi De Zeeuw olacaktır. De Jong'un yerini De Zeeuw doldurabilir mi, şüphelerim var.
Maçın adamı: "Wesley Sneijder" Hollanda kupayı kazanırsa, turnuvanın en değerli oyuncusunun kim olacağı da belli oldu. İlk golü yaratan, ikinci golü kendi atan Sneijder'i izledikçe "Real Madrid nasıl bırakır yahu bu adamı"  demekten kendimi alamıyorum. Real Madrid, şampiyonlar ligi finalinde Robben vs Sneijder'i izledikten sonra dünya kupası finalinde de Robben&Sneijder'i izlerse çok ağlayacaktır. Sneijder turnuvadaki üçüncü golünü attı. Gollerinin yanında oynadığı futbolla takımının beyni ve kilit oyuncusu olduğunu bir kez daha kanıtladı. 


Maçın hayal kırıklığı: "Felipe Melo" Halbuki maça iyi başlamıştı. Asist de yapmıştı ama Brezilya'nın maçı kaybetmesine neden olan adam oldu. Her oyuncu hata yapabilir tabi, ama onu maçın hayal kırıklığı yapan hareket Robben'in bacağına bilerek ve isteyerek dana gibi basmasıydı. Bir maçta kendi kalene gol attıktan sonra, bir de takımını 10 kişi bırakırsan, tepki görmeyi hak ediyorsun demektir. Çok kötü oynayan, vurduğu her frikik 7589 metre farkla auta giden, hiçbir varlık gösteremeyen (ona olan sevgimi öğütüyor resmen) van Persie'den bile kötü oynadı ki gerçekten kolay iş değil van Persie bu kadar kötü oynuyorken.


Maçın seyir zevki: "4/10" Spiker on saniyede bir tarihe tanıklık ediyoruz demese belki de biraz daha yüksek olacaktı maçın seyir zevki ama "neresi efsane maç lan bunun" deyip deyip durdum spiker "inanılmaz bir maç" dedikçe. Bence Almanya - İngiltere maçının tırnağı olamazdı bu maç. Zaten kazanan takımın gollerine bakarak anlayabiliriz. Biri korner, diğeri kendi kalesine. Ayrıca son dakikada Hollanda'nın 3'e1 de inanılmaz bir lakayıtlık örneği gösterdiği pozisyon, zaten benim için zevkli geçmeyen maçta beni daha da sinirlendirdi.